Malazgirt Zaferi’nin 950. Yıldönümünü Kutluyoruz

Prof. Dr. Muharrem KESİK

Selçuklular 1040 yılında İran’da bir büyük devlet kurmuşlar ve İslâm’ın bayraktarlığını üzerlerine almışlardı. Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan İslâm Devleti’nin ve milletinin en büyük sorunu siyasi bölünmüşlüğün önüne geçerek Mısır’da hüküm sürmekte olan Şiî Fâtımî Devleti’ni ortadan kaldırmak suretiyle Siyasî İslâm birliğini sağlamak üzere Mısır seferine çıkmıştı. O, Halep’ten Şâm’a doğru hareket ettiği sırada Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’in Selçuklu Devleti başta olmak üzere tüm İslâm beldelerini işgal etmek için çok kalabalık bir orduyla Doğu Anadolu’ya hareket ettiği haberini aldı.

Tam da Fâtımî Devleti ortadan kaldırılacak İslâm Devleti tek çatı altında ve bir elden birlik ve beraberlik içinde idare edilecekken Hristiyan dünyanın en önemli ve kadîm devleti Doğu Roma (yani Bizans) İmparatorluğu’nun müdahalesi elbette tesadüf değildi. Müslüman Türklerin İslâm’ın sancaktarlığını tek başına ele geçirmemesi ve Selçukluların Doğu Anadolu’dan Batı’ya yaklaşmaması için “Dev Bizans Ordusu” harekete geçirilmişti.

Sultan haberi alır almaz durumun vehametini kavradı ve dolu dizgin bir vaziyette Malazgirt’e at sürdü. Asla mola vermedi ve ardına bakmadan yol aldı. İmparator onun bu kadar kısa sürede Suriye’den gelebileceğine ihtimal bile vermedi. Sultan bir taraftan savaş hazırlıklarıyla uğraşırken bir taraftan da Romanos’a bir elçilik heyeti gönderdi ancak imparator uzatılan barış elini şiddetle ve kaba bir şekilde reddetti. Ordusunun kalabalık oluşuna güveniyordu. Oysa ki, savaşlar askeri çoklukla değil cesur ve yürekli komutanlar ve onların uyguladığı savaş planları ve taktikleri ile kazanılır.  Bazı tecrübeli devlet adamları imparatora Sultan Alp Arslan’ın liderlik vasıflarının çok üst boyutlarda olduğundan ve kazandığı başarılarda askerî dehasının etkili olduğundan bahsederek Selçuklulardan gelen barış teklifini dikkate alması gerektiğini ısrarla vurguladılar. Ancak imparator kendisine yapılan bu barış teklifinden dolayı iyice gururlanıp büyüklendi, savaş bile yapmadan sayısal üstünlüğü ile düşmanı ezip geçeceğinden emin görünüyordu. Ancak sonuç İmparator IV. Romanos ve Bizans için tam bir felâket oldu.  Selçuklular yüzyıllardır varlığını sürdüren dünyanın en güçlü devletlerinden biri olan Bizans İmparatorluğu’nu Malazgirt’te 26 Ağustos 1071 tarihinde mağlup etti ve imparatorunu da tutsak aldı.

Bu sene 950. Yıldönümünü kutladığımız Malazgirt Savaşı, Türk-İslâm ve Dünya Tarihi bakımından çok önemli sonuçlar doğuran bir savaştır.  Türk Tarihi’nin en büyük zaferlerinden biridir.  

Malazgirt Savaşı bugün üzerinde yaşadığımız vatanın bizlere kadar intikalini sağlayan en büyük ve önemli adımdır. Haçlı Seferleri’nin düzenlenme nedenidir.

Dört Büyük Halife, Emevîler ve Abbâsîler dönemlerinde Müslümanlar tarafından İran, Suriye, Mısır, Irak, Türkistan ve Âzerbaycan gibi bölgeler fethedildiği halde Anadolu’nun fethi ve İslâmlaştırılması mümkün olamamıştı.

Bu şeref Selçuklulara nasip oldu.

İşte Malazgirt Zaferi ile Selçuklular Anadolu’nun fethi ve İslâmlaşması önündeki engelleri yıkmış oldular.

Malazgirt Zaferi, İstanbul’un Fethi’ne giden sürecin başlangıcıdır. Bu yüzden Malazgirt Zaferi İstanbul’un Fethi kadar önemli bir olaydır.

Türkiye Tarihi Malazgirt Zaferi’yle başlar. Bizans ordusu Malazgirt’te imha edildiği için Selçuklu ve Türkmen akıncıları bundan sonra ciddî bir direnişle karşılaşmadan Anadolu içlerinde süratle ilerlediler. Türk kuvvetleri fethettikleri şehir ve kasabalarda yerleşerek Anadolu’yu yurt edindiler ve Anadolu’nun Türkleşmesini İslâmlaşmasını sağladılar. Bu suretle bugünkü Türkiye’nin temellerini atmış oldular. Malazgirt, Türk millî bünyesinde köklü değişikliklere yol açmış, Anadolu’ya yerleşen Türk boyları eski bozkır yaşayış ve düşüncelerinden farklı bir şekilde toprağa bağlı yeni bir toplum hâline dönüşmüşlerdir.

Malazgirt daha sonraki yıllarda Bizans’ı kurtarmak için tertiplenen Haçlı seferlerinin meydana gelmesinde de başlıca etken olmuştur.

Bundan sonraki süreçte Hristiyan Batı Dünyası, Türklerin eline geçen bu stratejik bölgeyi birçok kez istilaya kalkıştılar. Haçlı Seferleri, Mryokephalon Savaşı, I. Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşları ile yakın zamanda yaşadığımız 15 Temmuz İstilâ girişimi bu kabilden hareketlerdir. Bize düşen, vatanımız olan bu toprakları Malazgirt, Çanakkale ve 15 Temmuz Ruhunu kaybetmeden ve yeni nesillere aşılayarak Kıyamet’e kadar korumaktır. 

ANADOLU’M

Anadolu’m

Doğduğum, büyüdüğüm

Yerim, yurdum

Toprağından beslendiğim,

Toprağına karışacağım

Vatanım, cennetim

Ne oldu sana, kimler kıydı?

Kırmızı senin için

Tatlı günbatımıydı ufukta gözüken

Tepelerde dalgalanan al bayraktı

Nasıl oldu yerini alevler aldı?

Oysa sana yeşil ne güzel yakışırdı…

Milletim şaşkın, umutsuz

Kurdum kuşum çaresiz, yuvasız

Vandallar sardı dört yanını

Kimbilir belki ilk kez

Bu kadar yakıldın tarihinde

Niçin olduğunu, düşmanını bilmeden

Yazık, ben de bilmiyorum…

Ah senin için neler olmak isterdim

Yağmur yüklü kocaman bir bulut

Yatağını, istikametini değiştirmiş

Yukarı doğru akan çılgın bir ırmak

Bu kabusu yaşanmamış kılacak

Küçücük bir düş kapanı ya da

Biliyorum

Yine yeşereceksin

Sen bilgesin

Bereketin simgesi

Asırlık zeytinlerin anası sensin

Yine bire bin vereceksin

Acılarımız zamanla küllenecek

Kuşlar kurtlar yine gezecek ormanlarda

Bağrına basacaksın

Seni dirilten yavrularını

Sen Anadolu’sun

Zamana meydan okuyansın

Türk’ü sevip kapılarını açansın

Türk’ün son yurdusun

Ulu Atam bilmişti

Ocağı tüten tek Türk kalsa bile

Ebediyen ay yıldız altında yaşayacaksın….

Münevver Ebru KOLUSAYIN ZEREN

OSMANLI HANEDANINDA BİR ŞAİRE: ÂDİLE SULTAN (1826-1898)

Öğr. Gör. Şule ERTÜRK ANIKLI

Otuzuncu Osmanlı padişahı II. Mahmud’un kızı olan Âdile Sultan, dîvân sahibi tek kadın sultan şairdir. Hattat ve bestekâr olan “Adli” mahlasıyla şiirler yazan II. Mahmud, Zer-Nigâr adlı eşinden olan kızına “doğruluğu gösteren” anlamına gelen Âdile ismini koymuştur. Topkapı Sarayı’nda doğmuş olan Âdile Sultan’ın hayatı Dolmabahçe ve Beylerbeyi Sarayı’nda geçmiştir. Çeşitli alanlarda iyi eğitimler alarak yetişmiştir. 19 yaşında kendisinden bir yaş büyük olan dönemin Tophane Müşiri Mehmet Ali Paşa ile evlenmiş ve bu evliliklerinden dört çocukları olmuştur.

Osmanlı tarihinin güçlü ve çok yönlü hanım sultanlarından biri olan Âdile Sultan dönemin sultanları tarafından saygı görmüş, Osmanlı Hanedanının sorunlarıyla da ilgilenmiştir. Aynı zamanda saraydaki kızların eğitimiyle bizzat ilgilenirken, onların sosyalleşmelerine de katkı sağlamıştır. Sarayını bir okula çevirerek çok sayıda gencin çok yönlü eğitim almasını sağlamıştır.

Kaleme aldığı şiirlerinde genellikle Allah ve Peygambere olan ilahî aşkını, yaşadığı olayları, babasının, eşinin ve kızının vefatının ardından duyduğu derin üzüntüyü konu edinmiştir.  Dîvânında yer alan şiirlerinden tasavvuf bilgisine de vâkıf olduğu görülmektedir. Hece vezni ile yazdığı şiirlerinde Yunus Emre etkisi, aruz ile yazdığı şiirlerinde ise Şeyh Gâlib etkisi hissedilmektedir. Ayrıca 10. kuşaktan dedesi Kanuni Sultan Süleyman’ın şiirlerini derleyerek, Muhibbi Divanı adıyla yayınlanmasını sağladığı bilinmektedir.

Âdile Sultan şiir yazmanın yanında şiir yazan hanımlara da destek olmuş, sarayında şiir meclisleri tertip etmiştir. Bununla birlikte mûsikîşinas olduğu bilinen Âdile Sultan, piyano ve ud çalmıştır. Şiirlerindeki mûsikîye dair tasavvur ve kullanımları, ayrıca “mûsıkî” redifli gazeli onun engin mûsıkî bilgisi olduğunu göstermektedir. “Gizlice Şâh’a buyur, Hâne-i tenhâya buyur” mısralarıyla başlayan sofyan usûlünde bestelediği bir Hicaz Hümâyun İlâhi, güftesi Âdile Sultan’a ait olan düyek usûlündeki Sabâ İlâhi, yine düyek usûlünde Hüzzam İlâhi, Evsat usûlündeki Şehnâz Tevşih’in dışında Âdile Sultan’ın “Merhaba ey fahr-i âlem merhaba” adlı şiiri Hacı Faik Bey tarafından bestelenmiştir:

Merhaba ey “Fahr-i âlem” merhaba

Merhaba ey “Şâh-ı a’zam merhaba

Zât-ı pâkin eylemiş “Rabb-ül ulâ”

Ba’is-i icâd-ı eşya mutlaka

Es salatü vesselam ey Mahrem-i Zat-ı Hûda

Es salatü vesselam ey Ehl-i Beyt-i Mücteba

Hak-i kabrin çeşm-i câna tûtiya

Mesken olsun kul kabul ravzan bana

 Adile mücrimse de affet şeha

Ey Ebu’l Kasım Muhammed Mustafa

Âdile Sultan eşi ve kızının vefatından sonra inzivaya çekilmiş ve kendisini hayır işlerine adamıştır. İstanbul’un faklı mekanlarında Âdile Sultan tarafından yaptırılan pek çok çeşme, medrese, kütüphane, hayrat gibi yapıtlara rastlamak mümkündür. Bunlar;

Âdile Sultan Sıbyan Mektebi: Küçük Mustafa Paşa’daki bu bina bugün de “Âdile Sultan Çocuk ve Halk Kütüphanesi” olarak kullanılmaktadır. Galata Arap Camii Mektebi, Âdile Sultan tarafından mektep olarak yaptırılmış ancak günümüze ulaşamamıştır. Anadoluhisarı Mektebi’nin ise sadece vakfiyede adı geçmektedir. Âdile Sultan’ın büyük meblağlar harcayarak yeniden yaptırdığı Silivrikapı’da bulunan Seyyid Nizâmeddin Dergâhı, Üsküdar Dudullu mevkiinde babasının ruhunu şad etmek için yaptırdığı Âdile Sultan Çeşmesi, babasının ve kocasının sık sık ziyaret ettiği Galata Mevlevîhanesi’nde yaptırmış olduğu Âdile Sultan Sarnıcı ve Şadırvanı, eşi Mehmet Ali Paşa’nın ruhunun şad olması için Galata’da Arap cami avlusunda yaptırdığı bir başka sarnıç ve şadırvan, Altunîzâde civarındaki İsmail Paşa Mahallesi’ndeki korulukta bulunan ve bugün yerinde olmayan Âdile Sultan Namazgâhı, 1947 yılında yanmış olan şimdi yerinde Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi bulunan gelin geldiği Âdile Sultan Yalısı, Koşuyolu-Altunîzâde arasında bulunan Âdile Sultan Yazlık Kasrı, yıkıldıktan sonra tekrar inşa ettirilen Silivrikapı’daki Bâlâ Camii, Eyüp Sultan Hazretleri’nin kabrinin sağ yanında bulunan ve muhtelif zamanlarda bakımını yaptırdığı tamir ettirdiği Âdile Sultan İtikaf Odası, kızı Hayriye Sultan’ın vefatından sonra onun anısına yaptırdığı Validebağ Sanatoryum gibi pek çok yapının haricinde Sultan Abdülmecid’in Âdile Sultan için yaptırdığı Kandilli’deki Âdile Sultan Sarayı ölümünden önce isteği üzerine kız mektebi olarak kullanılması için Milli Eğitim’e bağışlamıştır.

73 yıllık hayatına sanatı, edebiyatı, eğitimi ve halka hizmeti sığdıran Osmanlı döneminde aydın kadın temsili olan Âdile Sultan’ın mezarı, eşi ve çocuklarının mezarları ile birlikte Eyüp’te bulunmaktadır.

YÖRÜK KADINI

Doç. Dr. Seda YILMAZ VURGUN

            Toplumların uygarlık seviyesinin en önemli göstergelerinden biri, kadının toplumdaki yeridir. Kadın algısı tarih boyunca yaşanılan coğrafya ve kültürlerin kendilerine has bakış açıları ile değişikliğe uğramıştır. Türk toplumunda ise; bozkır kültürünün getirdiği şartlar içerisinde kadınlar, fiziksel ve ruhsal olarak dinamik, güçlü ve kudretli iken gelişen süreç içerisinde daha içe dönük bir yaşam şekli içerisinde olmuşlardır. Öte yandan konargöçer hayatı devam ettirmeyi başaran bazı boylar, Türk kültürüne ait özelliklerinin çoğunu yaşattıkları için temel kodlar değişime uğramamış ve kadın algısı mevcudiyetini korumuştur. Bunun yanı sıra kadınlar arasında kolektif bilincin gelişmesine katkı sağlayan dayanışma örnekleri görülmüştür. Türkmen kadınları tarafından kurulan Bacıyan-ı Rum, ekonomiye ve üretime katkı sunan ilk kadın örgütlenmesi olarak dikkat çekmektedir. Bu ve buna benzer dayanışma örnekleri güçlü kadın figürünün oluşmasına katkı sağladığı gibi “birlikten kuvvet doğar” sözünün bir tezahürü niteliğindedir.

             Bozkır kültürünün temel yaşam döngüsü olan konargöçer hayatın günümüzdeki yegâne temsilcisi olan Yörüklerde ise güçlü kadın figürünün bu denli kuvvetli olmasında Türkistan’daki Türk kültürünün ve dayanışmasının yaşatılmasının etkisi büyüktür. Yörüklerin geleneksel yaşam şekillerini korumalarında ve kültürel birikimlerini gelecek kuşaklara aktarmada kadınlar aktif rol oynamaktadır. Kadın, aile içinde kendi inisiyatifi olan bir bireydir. Yörük kadınlarının evlenirken kendisine söz hakkı tanınması, kurduğu ailede de bir statüsünün olduğunu göstermektedir. Yörükler yeni kuracakları aile içerisinde genç kızlarını güçlü bir konuma getirmek için onlara çoğalan sürülerinden hediye vermekteydi.

            Aile hayatı içerisinde yeni bir yuvanın kurulmasında “evin direği” olarak nitelendirilen babaların rolü önemlidir. Ancak erkeğin annesi ön planda gözükmese de kız isteme konusunda nihai kararı erkeğin annesi vermektedir. Aileye gelecek gelin uzunca bir süre kayınvalide ile yaşamak durumunda olduğundan kayınvalidenin rızası önem kazanmaktadır.

            Yörük kadınları ve erkekleri yayla hayatı içerisinde omuz omuza birlikte hareket etmekte ve hayatı eş zamanlı olarak birlikte paylaşmakta idiler. Genç kızların ve kadınların yaşam şekilleri bulundukları bölgeye göre değişmekteydi. Mesela Toros Yörüklerinde genç kızlar yıl boyunca halı dokuyup günlerini tezgâh başında geçirdikleri için pek tanınmazlardı. Köy erkekleri Maru Gölü’ne giderek kızlar için çadırlar kurarlardı. Kızlar da aylardır dokudukları halıları kilimleri serer ve en güzel kıyafetlerini giyerek görünürlerdi. Çevre köylerden de anneler ve babalar gelir halılara bakmak bahanesi ile kız beğenirlerdi. Tüm bu faaliyetlerin yapıldığı bu zamana “Kızlar Bayramı” denirdi.

            Yörük kadını güçlü ve mücadeleci bir yapıda olmasına rağmen toplum içinde kocasını yüceltmektedir. Ayrıca aile arasında kocasının otoriteyi sağlamasına yardımcı olmaktadır. Aile ataerkil görünse de Yörük kadınları erkek kadar inisiyatif ve söz sahibidir. Yörük erkekleri kadınlara danışıp onlardan fikri almaktadır. Bir kadın eğer eşinden memnun değilse bu durumu kayınpederi veya kayınvalidesine bildirmektedir. Erkekler anne ve babalarının sözüne önem vermekte ve onlardan çekinmektedir. Eğer erkek anne ve babasını dinlemez ise boyun ileri gelenleri tarafından cezalandırılmaktadır. Yörüklerde kadınların haklarının korunması açısından bu ve buna benzer yazılı olmayan gelenekler hüküm sürmektedir.

            Toros Yörükleri arasında “Mor Cepken Geleneği” vardır. Mor Cepken, Yörük kadınlarının erkeğe karşı kullandığı bir özgürlük silahıdır. Bir genç kızın çeyizinin altına maviye kaçan mor renkli yumuşak kumaştan yelek gibi kesilmiş, dikilen kenarları sarı simlerle işlenmiş bir yelek olan Mor Cepken konulurdu. Kadın ihanete uğradığında veya zorla evlendirildiğinde Mor Cepkeni giyerdi. Kadın Mor Cepken’i giyip dama çıkarsa ani bir sessizlik olur, herkes yaptığı işi bırakırdı.  Kadınlar Mor Cepken’i giyen kadının etrafını sarar ona sorular sorarlar ve bir kanaate varırlardı. Mor Cepken’i giymek için üç yıllık bir sürenin geçmesi gerekirdi. Mor Cepken’i giyen kadının kocası ile evlenilmezdi.

            Yörüklerde kültürün devamlılığı kadınların eliyle bir sonraki nesle aktarılmaktadır. Yörüklerin diğer fertleri gibi kadınlar üretkendir, sade ve mütevazıdır. Kadın kutsaldır ve aynı zamanda evin “kut”u ve bereket getiricisidir. Çadırın önünde yakılan ateş, yuvanın ve hanenin devam ettiğinin bir göstergesidir. Yakılan ateş ile Yörük kadınları sembolik olarak hem hanenin devamlılığını sağlamakta hem de bu ocakta pişen yemekler ile bereketi artırmaktadır. Kadının gündelik hayatında elbette ki en önemli unsur çadırdı. Çadırın yönetimi evin en yaşlı kadınına aittir. Kadın birçok işi birlikte yapabilme maharetine sahiptir.  Çocuğu yetiştirmek, yemek yapmak, çadır için gerekli olan çuvalları, kilimi, heybeyi dokumak, keçiden kırkılan yünü temizlemek dikme işlemi yapmak kadının görevleri arasındadır.

            Yayla hayatında kadınlar bireysel işlerinden geriye kalan zamanlarını obada birlikte geçirdikleri için Yörüklerde komşuluk ilişkileri çok gelişmiştir.  Kadınlar göç esnasında çadırları kurarlar, ıstar başında halı dokurlar ve üç günde bir yufka ekmek yapıp zamanın kıymetini bilerek vakit geçirirlerdi. 

            Kadınların sosyalleşmesi açısından göç esnasında dinlenme yerleri olan “konalgalar” önemlidir. Konalgaların değişim sürecinden tüm boy üyeleri haberdar olmaktadır. Göç yolları üzerindeki bu ahenkli değişimler, kadınlara çok sayıda çadır halkı ile tanışma fırsatı vermekteydi. Bu durum da kadınların farklı boylardan olan erkekler ile evlilikler yapmasına vesile olmaktaydı.

            Yörük kadınları kendi ihtiyaçlarını kendisi üretmektedir. Yaşama koşullarının zorluğu ve ihtiyacın fazla olması kadınları sürekli üretim yapmaya zorunlu kılmıştır. Temel ihtiyaç ürünlerini dokumayı nerdeyse tüm kadınlar bilmekteydi.  İpliklerin renklendirmesi konusunda Yörük kadınları çok mahirdir. Ortaya çıkan renkler bir ahenk içindedir. Yörük kadınlarının yaşam şekillerinin yoğunluğu ve renkliliği kıyafetlerine de yansımıştır. Kullandıkları renkler neşeli ve dinamiktir. Kıyafetler genelde dokuma ürünlerden oluşmaktadır.

            Yörük kadını yaşadığı hayat şekline paralel olarak şartların getirdiği tüm zorlukların altından kalkabilecek kapasitede yetişmektedir. Hayatın tüm zorluklarına rağmen söylenmeden, şikâyet etmeden gündelik hayata devam etmekte ve sorunlara çözüm yolları üretmektedir.

            Yörük kadınları doğum, çocuğun yetiştirilmesi, düğünün tertip edilmesi ve etkinliklerin düzenlenmesinde oldukça etkilidir. Ailenin ekonomisi için temel dayanaklar olan hayvan yetiştiriciliği, yerleşiklere satılan süt, peynir ve tereyağı gibi ürünlerin yapımında aktif rol oynamaktadır. Bu durum da Yörük kadınını geçinmek için eşine bağımlı olmayan kendine güveni yüksek ve güçlü bir kadın haline getirmektedir.

            Yörük ailesinde sorumlulukların birlikte paylaşılması, kararların birlikte alınması ve oba hayatı içerisinde aktif olarak yer alması kadının dünyaya bakışını değiştirmektedir. Bu çerçevede Yörük kadınının toplumsal statüsüne bakıldığında erkeğin arkasında değil yanında ve onunla eşit olarak topluma katkı sağlamasına imkân verildiği görülmektedir.

            Çağımızda kadının eğitilmesi oldukça önem arz ederken erkeklerin doğru yetiştirilmesi, o erkeklerin ve dolayısıyla da toplumun kadına olan algı ve farkındalığının arttırılması açısından mühimdir. Kültürel kodlardaki Türk kadını modelinin idrak edilmesi, kadınların potansiyelinin çok daha iyi bir şekilde ülke kalkınmasına yöneltilmesinde etkili olacaktır. Eski Türklerin kadına verdiği değer üzerinden Türk toplumunun “fabrika ayarlarına dönmesi” sağlandığında, “mutlu kadın, mutlu toplum” sloganı bugünkü Türk ailesinin kendi köklerinden beslenmesine ve kadının kıymetinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

BABASININ İZİNDE BİR MÜNEVVER: ŞEFİKA GASPIRALI

Dr. Öğr. Üyesi KAMELYA TEKNE

“…Bilmemki benim hatıralarım ve içinde bulunmuş olduğum şartlar,

Türkiyeli insanı ilgilendirecek mi?

Yalnızca günümüzde mi? 100 yıl sonra da ilgi çekecek midir?

Hatıralarım tarihî kıymette olup, 100 yıl sonra da ilgi ile okunacak mı,

yoksa 100 günde unutulacak mı bilmiyorum…

100 gün veya 100 yıl sonra belki unutulur, fakat korktuğum gülünç olmaktır…”

Şefika Gaspıralı

Şefika Gaspıralı Türk Dünyasının modernleşmesini reformcu bir yöntemle ele alan İsmail Gaspıralı’nın, Akçura sülalesine mensup Zühre Hanım ile olan evliliğinden dünyaya gelmiştir. 1886 yılında Bahçesaray’da doğan Şefika Hanım’ın anılarından öğrendiğimize göre aile ortamı dönemin şartları dikkate alındığında oldukça sıra dışı ve çağının ilerisinde yaklaşımlar içeren bir atmosfere sahiptir. Nitekim Şefika Hanım’ın çocukluk ve gençlik yılları Tercüman gazetesinin yayın muhitinde geçmiş dolayısıyla da babası İsmail Gaspıralı’nın gerek yayıncılık sahasında gerekse Cedîdcilik yolunda atmış olduğu ilerici adımların bir parçası olmuştur. Mektebe gitmeden önce okuma yazmayı öğrenen Şefika Hanım babasının yenilikçi eğitim anlayışının neticesinde Bahçesaray’da kızlar için kurulmuş olan ilk usûl-i cedîd mektebinde tahsil hayatına başlamıştır. Türk kadınının sosyal rolünü medenî seviyeye taşımanın ancak eğitimle mümkün olabileceğinin bilinciyle vücut bulmuş olan ve halası Selime-Pembe Bolatukova’nın öğretmenlik yaptığı bu mektep 1893 yılında açılmıştır.

Tercüman gazetesinin taşraya gönderilecek nüshalarının abone adreslerini yazmak suretiyle gazetenin yayın faaliyetine küçük yaşlardan itibaren katkıda bulunarak gereken tecrübeye sahip olan Şefika Hanım özellikle annesinin vefatının ardından gazetenin idarî işleri ile birlikte babasının halkla ilişkiler konusundaki sorumluluğu da üstlenmiştir. 1903 yılında Tercüman gazetesinin 20. yıldönümü münasebetiyle düzenlenen toplantıyı her boyutuyla organize etmesi sosyo-politik platformdaki ilk tecrübesi olmuştur. Rusya Türklerinin ileri gelen şahsiyetlerinin katılımıyla gerçekleşen bu toplantıda âdeta bir kadınlar kongresini andıran faaliyeti kendisini kanıtladığı önemli ayrıntılardan biridir. Bu toplantı kapsamında erkek katılımcıların eşleri ile kadın sorunları görüşülerek çeşitli kararlar alınmıştır. Aynı zamanda Tercüman gazetesinin kültürel faaliyetleri çerçevesinde Polonya Tatarları için Türkçe kurslar düzenlediği hatta bizzat dersler verdiği de bilinmektedir.

Şefika Hanım’ın kadına dair ilk kalem tecrübesi ise 1903 yılında Tercüman gazetesinde yayımlanan makalesidir. Ancak yayıncılık sahasındaki en ayırt edici özelliği Türk kadınının görüş ve duyuş ufkunu genişletmek gayesiyle millî bir kadın mecmuası olan Âlem-i Nisvân (Hanımlar Dünyası)’ı yayın hayatına kazandırmasıdır. Osmanlı Devleti istisna tutulacak olursa Türk Dünyasının ilk kadın dergisi olan Âlem-i Nisvân Tercüman gazetesinin eki olarak Şefika Hanım’ın idaresinde neşredilmiştir. Dergi 1905 yılında yayımlanan numune sayısından sonra 1906 yılından itibaren periyodik şekilde faaliyet göstermiştir. Yazar kadrosu Şefika Gaspıralı’nın yanı sıra 1906 yılında evlendiği Nesib Bey Yusufbeyli ile o dönemde İstanbul’da bir öğrenci olan Genceli Abdullah Sur’dan ibarettir. Ayrıca Şefika Hanım’ın kız kardeşi Nigâr Hanım’a ait şiirlerin bulunduğu dergide Osman Akçokraklı imzalı yazıların mevcudiyeti de söz konusudur. Rusya Türklerinin kadın muhiti arasında kamuoyu oluşturma işlevini dönemin şartları nispetinde gerçekleştirmiş bir yayın olma özelliği taşıyan Âlem-i Nisvân’ın Müslüman Türk kadınının kendisini ve dünyayı tanımasına, kadının kişisel, sosyal ve siyasî gelişimine sunmuş olduğu etkili katkılar söz konusudur.

Şefika Hanım Kırım’ın siyasî tarihinde de iz bırakan bir Türk kadınıdır. Kırım Tatar tarihinin kritik dönemlerinden biri olan ve Türk Dünyası’nın ilk demokratik devleti olan Kırım Ahâlî Cumhuriyeti (1917-1918)’nin kuruluşunda kadın komitelerinin teşkil edilmesi ve Kırım Tatar kadınlarının siyasî faaliyetlerin aktif katılımcıları olması noktasında rehberlik eden hizmetlerde bulunmuştur. Bu dönemde Bahçesaray ve Akmescid Kadın Komiteleri Şefika Hanım başkanlığında yönetilmiştir. Ayrıca 1917 yılının baharında Bahçesaray’da son derece geniş katılımla toplanan bir kadın mitinginin gerçekleştirilmesini sağlamıştır. Öyle ki mitingin yapıldığı tarih Kırım Müslümanları Merkezî İcra Komitesi tarafından Kadınlar Günü ilan edilmiştir. Kırım özelindeki kadın hareketlerinin gelişimi bağnaz fikirli grupların tepkisini çekmiş olsa da başta Şefika Gaspıralı olmak üzere yakın çalışma arkadaşları İlhamiye Toktar, Ayşe İshakova ve Dilara Bulgak’ın faaliyetleri neticesinde çeşitli kazanımlar elde edilmiştir. Bu kazanımlardan belki de en önemlisi insanî haklardan biri olan kadınlara camilere girme hakkının tanınmasıdır. Diğer taraftan söz konusu dönemde Kırım genelinde yapılan Kurultay seçimlerinde Tatar kadınları da seçme-seçilme hakkına sahip olmuşlardır. Şefika Gaspıralı bu seçimlerde birden fazla seçim bölgesinden aday gösterilmiş ve Gözleve’den milletvekili seçilmiştir. Ayrıca Şefika Hanım Kırım Millî Kurultayı’nın ilk oturumunda 76 milletvekilinin katıldığı Başkanlık Divanı seçimlerine de katılmıştır. Seçimler neticesinde Numan Çelebi Cihan, Cafer Seydahmet, Abdülhâkim Hilmi, Hacı Bedrettin Bey ile birlikte Başkanlık Divanı’nın tek kadın üyesi olmuştur. Böylece siyasî kimlik zemininde hem Kırım Tatar tarihinin hem de Türk Dünyası’nın ilk kadını olarak Kurultay celselerinde kadın meselelerini dillendiren önemli bir temsilci olarak tarihî kayıtlara geçmiştir.

 Kız çocuklarının eğitim hayatının içinde yer almasını millî bir ideal olarak ortaya koyan babası İsmail Gaspıralı’nın takipçisi olarak Kız Öğretmen Okulu (Darülmuallimat)’nun müdürlüğünü de yapan Şefika Hanım’ın yaşamı 1918 yılında Numan Çelebi Cihan’ın şehit edilerek Kırım Ahâlî Cumhuriyeti’nin lağvedilmesi ile başlayan ve Kırım’ın Bolşevikler ile Beyazlar arasında mücadele sahasına dönüştüğü kaotik ortamda yeni bir merhaleye yönelmiştir. Önce ayrılmış olduğu eşi Azerbaycan Başbakanı Nesib Bey Yusufbeyli’nin daveti üzerine çocuklarıyla birlikte Azerbaycan’a geçmiştir. Bu dönemde genç Azerbaycan Cumhuriyeti’ne hizmet edebilmek adına Bakü’de Ana Mekteplerine Mürebbiye Kursları’nın müdürlüğünü üstlenerek pedagoji dersleri vermiştir. Aynı zamanda Nesib Bey’in gereksinim duyduğu konularda tercüme hizmetinde bulunmuştur. Hatta Nesib Bey Yusufbeyli’nin Azerbaycan Parlamentosu’nda kadın hakları ile ilgili pek çok meseleyi gündeme getirmesinde Şefika Hanım’ın yönlendirici bir rolü olduğu bilinmektedir. Bu faaliyetler Şefika Hanım’ın Türk kimliğinin bilinciyle hareket ettiğini Kırım ya da Azerbaycan’a hizmet etmek noktasında bir fark görmediğine işaret etmektedir.

Bolşeviklerin Azerbaycan’ı işgali neticesinde 27 Nisan 1920 tarihinde Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’ne son verilmiş ve Nesib Bey Yusufbeyli şehit edilmiştir. Bu dönemde Mustafa Kemal Paşa’nın talimatıyla Bakü’de açılan Büyük Millet Meclisi temsilciliğine Memduh Şevket Bey (Esendal)  görevlendirilmiştir. Şefika Hanım 1921 yılında tanıştığı Memduh Şevket Bey’in yardımıyla çocuklarıyla birlikte Moskova Antlaşması gereği Türkiye’ye iade edilen Türk esirlerini Kars’a teslim edecek olan trenle Türkiye’ye geçmiştir.

1930 yılında Kırım Kadınlar Birliği’ni kurarak başkanlığını üstlenmiştir. Birliğin amacı Kırım Tatar kökenli kadınları bir araya getirerek hem gelenek ve folklorik ögelerin unutulmamasını sağlamak hem de kadınların siyasî ve sosyal katılımlarını organize etmektir. Ancak birliğin en önemli işlevi Kırım Tatarlarının Rusya esareti altında uğradığı haksızlıkları dünya kamuoyuna duyurmak olmuştur. Nitekim Kırım Kadınlar Birliği’nin bu doğrultuda ilgili ülkelere dağıtımı yapılmak üzere çeşitli dillere çevrilerek yayımladığı bildiriler söz konusudur.

31 Ağustos 1975 tarihinde vefat eden Şefika Hanım’ın Türkiye’de geçirdiği yıllara ekonomik sıkıntılar hâkim olmuştur. Yokluk ve çaresizlik durumunda kaldığı uzun bir zaman diliminde aralarında Darüleytam (Çocuk Esirgeme Kurumu) ve Hilal-i Ahmer (Kızılay) gibi kurumların bulunduğu pek çok geçici işte çalışmıştır.

Şefika Gaspıralı Türk kadınının millî ve medeni uyanışının önemli bir sembolüdür. Kadınlara cinsiyet kimliği ekseninde yüklenen geleneksel rol kalıplarının ötesinde niteliklere sahip bireyler olmalarını teşvik eden çok yönlü katkıları bulunmaktadır. Yayıncılık sahasıyla başlayan bu katkıları siyasî faaliyetleri ile birleştirerek babası İsmail Gaspıralı’nın ideallerinin tamamlayıcısı olmuştur.

Başa dön