HİNDİSTAN TÜRK TARİHİNİN İLK VE TEK KADIN SULTANI “BELKÎS-İ CİHAN RAZİYE BEGÜM”

Dr. Öğr. Üyesi H. Hilal ŞAHİN      

 Hindistan Türk tarihinin, hatta Güney Asya’nın ilk ve yegâne kadın hükümdarı olan Raziye Begüm (?- ö.1240), XIII. yüzyılda hüküm süren Delhi Türk Sultanlığı’nda tahtta kaldığı zamanlarda (1236-1240) devlet idaresi için büyük özveride bulunmuş; bir kadın olmanın verdiği nezaket ve zarafetle devletin başarılı bir şekilde yönetebileceğini göstermiştir. Orta Çağ’da bazı Müslüman kadınların siyasi güçlerini sahne arkasından hissettirmesinin tam aksine bir yönetici/hükümdar olarak sahne önüne çıkmaya cesaret eden ender kişilerden olan Raziye Begüm, sadece Türk tarihinde değil, dünya tarihinde de tanınması gereken bir Türk kadınıdır.

Delhi Türk Sultanı Şemseddin İltutmuş’un iki kızından biri olan Raziye Sultan, küçük yaşlardan itibaren babasının yanında devlet işleriyle ilgilenen yetenekli, azimli, gözü pek, askerî deha sahibi, cesur bir şahsiyettir. Kızının yeteneği ve zekâsını fark eden Sultan, 12 oğluna rağmen kendisinden sonra saltanatını henüz 16 yaşında olan kızına bırakmaya karar vermiştir. Sultan İltutmuş, “Kurretü’l Ayn”ım (Göz Bebeğim) diye hitap ettiği Raziye Begüm’ün, erkek kardeşlerinden üstün yönlerini her ortamda dile getirmiş ve diğer oğullarının kızı gibi akıllı ve ferasetli olmadığını; devleti idare etme yetisi ve cesaretlerinin bulunmadığını düşünmüştür.

Sultan İltutmuş’un kızını, yerine veliaht tayin etmesi, Sultan’a yakınlığıyla bilinen emir ve meliklerce hoş karşılanmamıştır. “Saltanatı hak eden oğulların varken bir kızın İslâm mülküne veliaht yapılmasının hikmeti nedir?” diyerek bu tutumdan memnun olmadıklarını Sultan İltutmuş’a iletmişlerdir. Bunun üzerine İltutmuş, “Benim oğullarım işret ve gençlik zevkleriyle meşguldür. Hiç birisinde memleket idare edecek kabiliyet yoktur. Dolayısıyla ülkedeki düzeni muhafaza edemezler. Biliniz ki, benim ölümümden sonra veliahtlığa hiç birisi Raziye’den daha lâyık değildir. Zira, Raziye her yönden erkek kardeşlerinden üstündür. Gerçi şeklen kadındır ama zekâ ve basireti erkekten farksızdır” yanıtını vermiştir.

Şîrîn-i Dihlevî veya Şîrîn-i Gurî mahlaslarıyla yazdığı şiirlerin Türk-Fars edebiyatınn en güzel örneklerinden olduğu kabul edilen Raziye Begüm, bir hükümdar olarak Türk dünyasının ilk kadın şairesi olarak da görülmektedir. Bilim kadını Bahriye Üçok, Raziye’nin şairliğini şu cümlelerle övmüştür: “Hintlilerin duygu dünyasının zenginliği yanında iyi bir yönetici özelliklerini de sergileyen güçlü iradeli bu kadın şairimizi dünyanın ilk kadın şairidir diye isimlendirmek abartı olmamalıdır.”

Raziye Begüm’ün şiirlerinde bazen his dünyasının bazen de kahramanlık gibi konuların hâkim olduğu görülmektedir:

            “Ben ağzında hoş nağmeler yapan bir bülbüle malikim,

            Bizim başımıza ne gelirse hep bizdendir, biçare gönlün ne suçu var?

            O zavallı da bizim sebepsiz gamımızdan ölmüştür.”

***

            “Ben ayağımın bereketi ile feleği saltanat tahtı yapar,

            Hüma’nm kanadını da sinekleri kovmak hizmetinde kullanırım.”

                                                ***

            “Ey Şîrin gel, muhabbet yoluna adım atma, bundan sakın.

            Sen yoksa bu yolda Ferhad’ın başına gelenleri işitmedin mi?”

Raziye Begüm’ün şairliğinin yanı sıraKurân’ı çocuk yaşta ezberlediği, hafız olduğu bilinmektedir. Sultan İltutmuş, cengâverliğini beğendiği Cemâleddîn Yakut’u sarayın Ahir Beyi ve Raziye’nin atalığı olarak görevlendirerek kızına savaşma tekniğini öğretme görevini vermiş; ayrıca kızının at binme, kılıç kullanma, savaş sanatı, tarih, coğrafya gibi alanlarda iyi hocalardan dersler almasını istemiştir. Raziye’nin tahta geçtiğinde bir Habeşî olan Yakût’u üst makama tayin etmesi, Türk emir, melik ve valilerin tepkisine yol açacak ve bu durum her ikisi için de acı sonuçlar doğuracaktır.

1236’da Şemseddîn İltutmuş’un ölümü üzerine emirler iki gruba ayrılmış; bir kadın olarak Raziye Begüm’ün sultan olmasını istemeyen Şemsi Melikleri (Kırklar) İltutmuş’un vasiyetine rağmen, Firûz’un annesi Şah Terken’in de çabalarıyla Raziye’yi saf dışı bırakarak kardeşi Rükneddin Firûz Şah’ın tahta çıkmasını sağlamışlardır. Firûz’un basiretsiz yönetimi ve annesinin yönetime dâhil olmasından rahatsız olan ordu ve Delhi halkı Raziye Begüm’ü destekleyerek tahta çıkmasına yardımcı olmuşlardır. Raziye Begüm’ün Türk emir ve meliklere, babasının vasiyetini hatırlatarak kendisinin tahta oturması hâlinde devlet ve halkın huzur bulacağını söylemesi üzerine hükümdar olmasının yolu açılmıştır (634/1236).

“Saygıdeğer beyler ve sevgili halkım. Maalesef kardeşlerim babamın emanetine sahip çıkamadılar. Ben bir kadınım ancak bir Türk kadını erkekten zayıf değildir. Orta Asya ve Türkistanlı olan beyler bunu çok iyi bilirler. Hindistan’da hepimiz yabancıydık. Burada İslam’ın bayrağını dikerek adalet, birlik ve insanlar arasında eşitliği getirdik. Şimdi bütün bunlar tehlikeye girdiği için varlığımı bunun uğruna feda etmeye hazırım.”

Böylelikle 1236 senesinde ilk defa bir Müslüman Türk devletinde bir kadın, hükümdar vasfına sâhip olmuştur. Bu mühim hâdise, İngiltere gibi kadın liderleri ile tanınan bir devletin başına Kraliçe 1. Victoria’nın geçmesinden tam 600 sene önce, Kraliçe 1. Elizabeth’den 322 yıl, Kraliçe 1. Mary’den 318 yıl önce; İngiltere’de olduğu gibi hükümdar olacak erkek çocuk bulunmaması “zorunluluğu”ndan değil, 12 erkeğin arasından şuurlu bir tercihin sonucunda yaşanmıştır.

Raziye’nin “Katiller katledilmelidir” emri üzerine Rükneddin Firûz öldürülmüş; ardından sulh ve sükûn dönemini yeniden başlatmak üzere daha önce ihmal edilen kanun ve gelenekler tekrar harekete geçirilmiştir. Kendisine muhalif emir ve melikleri ortadan kaldırmayı başaran Raziye Begüm, daha da kuvvetlenmiş, devlet işlerini yeniden düzenlemiş, önemli mevkilere kendisine destek olanları getirerek idari işlerin güvenilir ellerden yürütülmesini sağlamıştır. Öte yandan Raziye Sultan, komutasındaki ordu Galyûr yöresinde ayaklanan bir grubu etkisiz hale getirmiş; ancak bu defa da Lahor Valisi İzzeddîn Kebir Han Ayaz ve Taberhinde Meliki İhtiyâreddîn Altuniye -daha sonra Raziye Begüm’ün eşi olmuştur- Sultan Raziye’ye karşı ayaklanmıştır. Bunun üzerine 3 Nisan 1240’ta Raziye, Taberhinde civarında Türk emir ve melikler tarafından esir alınarak Taberhinde Kalesi’ne gönderilmiş, Emir-i Ahur Cemâleddîn Yakut öldürülmüştür.

Bu arada belirtmek gerekir ki Sultan Raziye’nin o dönemdeki geleneklerin aksine bazen saray dışına erkek kılığında ve yüzü açık, peçesiz çıkması devletin üst kadrolarını oluşturan Türk vezir ve komutanların tepkisine yol açmış; bunu içlerine sindiremeyen Türk emir ve melikler çeşitli karışıklıklara sebep olmuşlardır.  Bütün bu kargaşa Raziye’nin nüfûzunu kırmış ve en sadık komutanını ve emirlerinin bağlılığını kaybederek tahtan indirilmiştir (1240) ve yerine kardeşi Behram Şah geçmiştir.

Hindistan tarihçisi Hikmet Bayur, Raziye’nin tahttan indirilmesini kendi ihtiyatsızlığına bağlamaktadır. Başka bir tarihçi de Raziye’nin tecrübesizliği karşısında entrikaların ağır bastığını ifade etmiştir.  Cüzcânî, Raziye Sultan için, “Büyük, akıllı, adaletli, kerim, âlimleri hoş tutan, adil, adalet yayan, ahalisini besleyen ve ordu çeken bir padişahtı. Padişahlara gereken bütün vasıflarla donanmıştı. Fakat yaratılışta erkeklerin hesabından nasibini almamıştı. Bütün bu seçkin sıfatlar ona ne fayda verir?” ifadelerine yer vermiştir. Öte yandan erkekler arasında bir kadının göstereceği davranışları asla yapmayan ve böylelikle ayrı cinsten olmanın dezavantajlarını büyük ölçüde gidermeyi başaran Sultan Raziye’nin, Türk emir ve meliklere dayanacağı yerde onların güçlerinden çekindiği için biraz da merkezî idarelerin bir özelliği olarak kayıtsız şartsız kendisine bağlı bir grup meydana getirmeye çalıştığına değinmiştir.

Sonuç olarak, Raziye Sultan, devleti en iyi şekilde idare etmeye çalışmış ancak yaşanan bazı olumsuzluklar ve ülkedeki kargaşa onun hem saltanatı hem de hayatına mal olmuştur. Devletinin bekası ve halkının huzuru için kendi hayatından dahi ödün veren Sultan, babasının izinden yılmadan, usanmadan başarılı bir politika sürdürmüştür. Kendisine karşı ayaklanan Türk emirlerin nüfûzunu kırmak için önemli mevkiye getirdiği Yakut’un Raziye Begüm’e olan yakınlığı -aslında bize göre sadakatten başka bir şeyle izah edilemezken – emir ve meliklerin büyük kıskançlıklarına ve ardından tahtan indirilmesine yol açmıştır. Aslında Meliklerin Raziye’yi tahttan düşürmek için gösterdikleri bahane bile o dönemin telâkkisine göre hükümdarı tahttan indirmeye yetecek meşru bir sebeptir. Ancak Raziye, Cemâleddîn Yakut’u taltif etse de tahttan indirilmeyi kabul edecek birisi olmadığını ve kurmak istediği düzeni sonuna kadar götürmek konusundaki azmini saltanatı tekrar ele geçirmek için üst üste yaptığı ve hayatına mal olan hamlelerle göstermiştir.

Raziye Sultan’ın ölümü de hayatı gibi gizemini korumakla birlikte İbn-i Batuta’ya göre Raziye, bir Hindu çiftçi; bir başka rivayete göre ise Behram Şah tarafından öldürülmüştür.

Ömrünü Hindistan’a adayan, cesur, kahraman bir kadın hükümdar olarak Hindistan Türk tarihinde ilklere imza atan Raziye Begüm Sultan, ülkemizde bazı çalışmalar ve kitapların teması olsa da bilhassa kadın araştırmalarında ilk akla gelen, tarihin tozlu sayfalarına gönderilemeyecek kadar müstesna bir şahsiyettir.

FETİH, FÂTİH VE İSTANBUL

Prof. Dr. Fahameddin BAŞAR

Malum olduğu üzere Arapça’da fetih “açma, yol gösterme, hüküm verme, galibiyet ve zafere ulaştırma” anlamlarına gelmektedir. Müslümanlar İslâm dinini yaymak için birçok fetih yapmışlardır. Mekke’nin fethi, Kudüs’ün, Endülüs’ün, Anadolu’nun fethi İslâm tarihinin dönüm noktalarındandır. Şüphesiz İslâm fetihlerinin en önemlilerinden birisi Sultan II. Mehmed’in 29 Mayıs 1453 tarihinde gerçekleştirmiş olduğu İstanbul’un fethi olayıdır. Bu fetihle birçok imparator, sultan ve hükümdarın hayallerini süsleyen Konstantinopolis, İstanbul adıyla bir Türk-İslâm şehri olmuş ve o sırada yirmi bir yaşında olan Sultan II. Mehmed haklı olarak “Fâtih” unvanını almıştır.

Bulunduğu yerin jeopolitik ve stratejik önemi yanında tabii güzellikleriyle de dikkat çeken İstanbul, kurulduğu tarihten itibaren birçok defa ele geçirilmek istenmiş; bu amaçla Avarlar, Ruslar, Bulgarlar, Müslüman Araplar ve Türkler tarafından defalarca kuşatılmış; ancak Fatih Sultan Mehmed’in son kuşatması öncesindeki teşebbüslerin hepsi üç tarafı suyla çevrilmiş olan şehrin sağlam surlara sahip oluşu dolayısıyla sonuçsuz kalmıştır.

Bizans/Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti ve Hıristiyanlığın Doğu’daki merkezi olan İstanbul’un fethi Müslümanlar için özel bir öneme sahipti. Hz. Peygamber, sekiz asır önce bu şehrin muhakkak fethedileceğinin müjdesini vermişti. Bu müjdeye nail olmak isteyen Müslüman Araplar, İslâm Devleti kurulur kurulmaz İstanbul’a yönelik harekâta girişmişler surlar önüne kadar gelerek şehri karadan ve denizden kuşatmaya başlamışlardı. İstanbul’un fethine yönelik Emeviler döneminde üç, Abbasiler zamanında ise bir kuşatma gerçekleşmiş, ancak İslâm ordularının bu ilk kuşatmalarından bir netice alınamamış, Ortaçağın en müstahkem savunma hattı olan şehir surları İstanbul’u her defasında korumuştu.  

İstanbul Osmanlı Türkleri için de ele geçirilmesi düşünülen bir “kızıl elma” idi. Orhan Bey zamanında Üsküdar’a kadar gelen Osmanlılar, İstanbul’un fethinden bir asır kadar önce Rumeli’ye de geçmişler ve Bizans İmparatorluğu’nun başkentini Batı’dan da abluka altına almışlardı. Sultan I. Murad zamanında ise Ortaçağın en büyük devletlerinden olan Bizans İmparatorluğu Osmanlı Devleti’ne tabi olan bir şehir imparatorluğu haline düşmüştü. Anadolu ve Rumeli topraklarını birleştirerek merkezi bir devlet kurmak isteyen Yıldırım Bayezid ise Türk toprakları ortasında bir ada gibi kalmış olan bu şehri fethetmek istemiş ve iki defa surlar önüne gelerek kuşatmıştı. Fakat birincisinde Haçlıların Tuna’yı geçip Niğbolu’ya gelmesi ve ikincisinde de Timur’un Anadolu’ya girmesi üzerine bu kuşatmaları kaldırmak zorunda kalmıştı. İstanbul, Osmanlı Devleti’nde Ankara Savaşı’ndan sonra karışıklık içinde geçen Fetret Devri’nde bile Musa Çelebi tarafından kuşatılmış, Fatih Sultan Mehmed’den önceki son kuşatma ise babası II. Murad’ın saltanatının başlarında, 1422 yılında gerçekleşmişti.

Sultan II. Mehmed 1451’de babasının ölümü üzerine ikinci defa tahta çıktığında ilk hedefinin İstanbul’u fethetmek olduğunu açıklamış, bu amaçla hazırlıklar yapmaya başlamıştı. II. Mehmed’in saltanatının devamı ve devletinin bekası için bu fetih gerekli idi. Çünkü Osmanlı Devleti topraklarının ortasında bulunan İstanbul merkezli Bizans İmparatorluğu’nun varlığı büyük bir tehdit oluşturuyordu. Üstelik o sırada İstanbul’da Osmanlı hanedanından olan Orhan Çelebi isminde bir taht iddiacısı bulunuyor ve Bizanslılar, kritik zamanlarda bu şehzadeyi serbest bırakmakla tehdit ediyordu. Nitekim bu şehzade II. Mehmed’in ilk hükümdarlığı sırasında serbest bırakılmış ve Rumeli’de taht iddiasında bulunmuş; II. Mehmed 1451’de ikinci defa tahta çıktığında da İmparator XI. Konstantinos Palaiologos şehzadeyi serbest bırakmakla tehdit etmişti. Ayrıca Bizanslılar Osmanlılara karşı Haçlı seferi düzenlenmesi için devamlı olarak Batı’dan talepte bulunuyor ve Avrupa devletlerini kışkırtıyordu.

Sultan II. Mehmed bütün bu sebeplerle tahta çıkar çıkmaz Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın barış siyasetine rağmen İstanbul kuşatması için hazırlıklar yapmaya başlamıştı. Bir yandan Doğu ve Batı’daki komşularıyla anlaşmalar yapıyor, bir yandan da kuşatma için kara ve deniz kuvvetlerini hazırlıyordu. Genç Sultan II. Mehmed, İstanbul’un son kuşatma öncesindeki hazırlıkların ilki olarak İstanbul Boğazı’nda, Anadoluhisarı’nın karşısına Rumelihisarı’nı yaptırdı. 1452 yılı baharında başlayan hisarın inşası Ağustos’ta tamamlanmış, böylece Osmanlı ordusunun Anadolu’dan Rumeli’ye geçişi için önemli bir üs elde edildiği gibi Bizans’a Karadeniz üzerinden gelebilecek iaşe ve mühimmat yardımının da önüne geçilmiş idi.

Rumelihisarı’nın inşasından sonra surları inceleyen Sultan Mehmed payitaht Edirne’ye dönerek hazırlıklarını hızlandırdı. Bir yandan surları yıkacak büyük toplar dökülüp mancınıklar hazırlanırken bir yandan da Gelibolu tersanesinde gemiler inşa ediliyordu. Nihayet bütün hazırlıklar tamamlanınca 26 Mart’ta ordu Edirne’den hareket etmiş ve 5 Nisan’da surlar önüne gelinmişti. Topkapı-Edirnekapı surları önünde karargâhını kuran Sultan II. Mehmed 6 Nisan günü, İslâmî geleneğe uygun olarak İmparator XI. Konstantinos’a elçi göndererek şehrin teslimini istemiş ancak teklifi kabul edilmeyince kuşatmayı başlatmıştı. İstanbul’un 53 gün sürecek olan bu son kuşatması sırasında Osmanlı topçuları surları dövüyor, okçular müdafileri ok yağmuruna tutuyor, lağımcılar surların altından tüneller açarak içeri girmeye çalışıyordu.

İmparator XI. Konstantinos, Rumelihisarı’nın inşasından sonra şehrin kuşatılacağını anlamış ve savunma hazırlıkları yapmıştı. Batı’dan yardım talebinde bulunmuş, surları tamir ettirerek hendekler üzerindeki köprüleri kaldırmış, yeterli miktarda yiyecek depolayıp şehrin kapılarını kapatmıştı. İmparatorun daveti üzerine 700 kadar şövalye ile gelen Cenevizli Giustiniani savunma komutanlığını üzerine almış, Haliç limanının girişi zincirle kapatılmıştı. Türk topçusunun hücumlarıyla surlarda açılan gedikler derhal kapatılıyor, açılan tüneller tespit edilerek kapatılıyordu. Kuşatmanın ilk günlerinde Türk donanması zinciri kırıp Haliç’e girmeye teşebbüs etmişse de başarılı olamamıştı. 20 Nisan’da Bizans’a yardım için gelen 2 Ceneviz gemisi ile bir Bizans gemisini durdurmaya çalışan Osmanlı donanması arasında Boğaz önlerinde yapılan ilk deniz savaşında da Türk donanması yenilgiye uğramış, Sultan Mehmed bu mağlubiyet üzerine donanma komutanını görevden almıştı. Bu mağlubiyet Osmanlı ordusu arasında büyük bir moral bozukluğuna sebep olduğu gibi Sadrazam Halil Paşa da Batı’dan büyük bir Haçlı ordusunun geleceğini ileri sürerek kuşatmanın kaldırılması yönündeki ısrarını yenilemişti. Sultan II. Mehmed ise kararlıydı ve hocası Akşemseddin’in de manevi desteği ile kuşatmaya devam kararı aldı. Sultan Mehmed, deniz mağlubiyetinin yaşandığı bu sırada, hazırlıkları önceden yapılmış olan, gemilerin karadan yürütülerek Haliç’e indirilmesi olayını gerçekleştirdi. 21 Nisan sabahında Türk donanmasını Haliç’te gören Rumlar şaşkına uğramış, Osmanlı askerinin ise morali düzelmişti. Bu sırada Bizans donanması Haliç’te bulunan Türk donanmasını yakma teşebbüsünde bulunmuş ise de başarılı olamamıştı. Böylece kara surlarına göre daha zayıf olan Haliç surlarından da hücumlar başlamış, Bizanslılar kara surlarındaki kuvvetlerinin bir kısmını Haliç surlarını savunmak için o cepheye yönlendirmek zorunda kalınca kara surlarının mukavemet gücü zayıflamıştı. Sultan Mehmed kuşatmanın uzaması üzerine 25 Mayıs’ta Bizans imparatoruna bir kez daha elçi göndererek can kaybı ve tahribatı önlemek için şehri teslim etmesini, kendisinin ve ailesinin Mora’ya gitmesine izin verileceğini söylemiş ancak Bizanslılardan şehri teslim etmek isteyenler olmuşsa da surların sağlamlığına güvenen ve Batı’dan yardım geleceğini ümit eden imparator bu teklifi de kabul etmemişti. Kuşatmanın uzaması ve Avrupa’dan yardım gelecek endişesi Osmanlı ordusunu zor duruma sokmuştu. Zira bir Venedik donanması Ege’ye gelmiş, Osmanlı ordusu arasında Macarlar’ın yardıma gelmekte olduğu haberleri dolaşmaya başlamıştı. Veziriazam Çandarlı Halil Paşa, baştan beri savunduğu kuşatmayı kaldırma fikrinde ısrar ediyordu. Padişahın yanında olan Zağanos Paşa, Şehabeddin Paşa, Turahan Bey ve Akşemseddin ise kuşatmaya devam edilmesini istemekteydiler.

Bunun üzerine Sultan Mehmed harp meclisini toplayarak genel hücum kararı almış ve hazırlıkların ona göre yapılmasını istedi. Askere, şehir fethedildiğinde üç gün yağma izni verildiği duyuruldu. 25-26 Mayıs’da son hücum için büyük hazırlıklar yapıldı. Ertesi gün dinlenen ordu, 28-29 Mayıs gecesi şenlikler yapıp etrafı mum donanmasıyla aydınlattı. Gece yarısına doğru surları gündüz gibi aydınlatan ve şehirdekileri korku içinde bırakan bu ışıklar birden bire söndürülerek son hazırlıklar tamamlandı. İstanbul’un fethiyle sonuçlanacak olan son hücum 29 Mayıs sabahının erken saatlerinde başladı. Kara ve deniz surlarına yapılan bu son genel hücum sırasında Topkapı surlarında açılan gediklerden şehre girmeye başlayan Türk askerleri şehir içinde ilerlemeye başlamış, böylece Bizans İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul 29 Mayıs 1453 Salı günü öğleye doğru fethedilmişti. Artık Bizans’ın Konstantinopolis’i Türkolopolis olmuş, Sultan II. Mehmed “Fâtih” unvanını almış, ayrıca “Ebü’l-feth” (Fetih Babası) olarak da anılmaya başlamıştı. Kuşatma boyunca savunma kuvvetlerinin komutanlığını yapan Cenevizli Giustiniani yaralanınca gemi ile kaçmış, Bizans’ın son imparatoru XI. Konstantinos Palaiologos ise şehrin Türklerin eline geçtiğini görünce bir gemi ile şehirden ayrılmak için Haliç limanına gitmeye çalışırken yaptığı çarpışmada hayatını kaybetmiş, böylece Bizans İmparatorluğu son bulmuştu.

Fetih günü öğle vaktinde atı üzerinde Topkapı’dan İstanbul’a giren Fatih Sultan Mehmed doğruca şehrin merkezine doğru ilerlemiş ve Ayasofya önüne geldiğinde atından inerek secdeye kapanmış, Hz. Peygamberin müjdesine nail olmanın mutluluğuyla bu büyük fethi gerçekleştirdiği için şükretmişti.

İstanbul’un fethi ile Osmanlı Devleti’nin Avrupa ve Asya kıtasındaki toprakları bütünleşmiş, dünya tarihinin en uzun ömürlü imparatorluğu olan Bizans İmparatorluğu son bulmuştu. Bu fetihle bir çağ kapanıp yeni bir çağ başlamış, Osmanlı Devleti gerçek anlamda bu fetihle birlikte kurulmuştu.

Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi aslında bu şehir için bir kurtuluş olmuştu. Çünkü Sultan Mehmed şehrin eski sahipleri ile yeni sakinlerinin bir arada huzur içinde yaşaması için gayret etmiş, Ayasofya içinde toplanarak korku içinde bekleyen papazlara ve halka korkmamalarını, can ve mallarının güvende olduğunu ilan etmiş, Türk hoşgörü ve adaletinin en güzel örneğini göstermişti. Daha sonra, Papalık ile birleşmeye karşı olan Gennadios’u patrik olarak atamıştı. Aynı hoşgörü Galata’da yaşayan Cenevizlilere de gösterilmişti. Oysa İstanbul, 1204 yılında gerçekleşen Dördüncü Haçlı Seferi sırasında Latinlerin işgaline uğramış ve Ortodoks Bizanslılar Katolik Latinler tarafından acımasız bir şekilde cezalandırılmışlardı. Bu işgal sırasında Latinler “Şehirlerin Kraliçesi” olarak kabul edilen İstanbul’u tahrip ettikleri gibi Bizans İmparatorluğu’nun başkentinde bir Latin Devleti kurmuşlar ve 57 yıl müddetle burada hüküm sürmüşlerdi. Bizanslılar ise İznik’te, Epiros’ta ve Trabzon’da devletler kurmuşlar; bunlardan İznik Bizanslıları 1261’de Latinler’i yenilgiye uğratarak İstanbul’a yeniden sahip olmuşlardı. Ancak Latinler, İstanbul’dan ayrılırken taşıyabildiklerini Avrupa’ya götürmüşler ve şehri ateşe vererek tahrip etmişlerdi. Fatih Sultan Mehmed ise İstanbul’u savaşarak fethetmiş olmasına rağmen şehrin tahrip olmasını istememiş ve fetihten hemen sonra imar ve iskân faaliyetine başlamıştı. Fatih’e göre fetih, bir beldenin sadece ele geçirilmesi değil, her yönüyle ihya edilmesi demekti. Bunun içindir ki, vakfiyesinde İstanbul’un fethini küçük fetih, şehrin imarını ise büyük fetih olarak adlandırmıştı. Fatih Sultan Mehmed’in en büyük arzusu “pây-i tahtım İstanbul’dur” dediği bu şehrin nüfusunu artırarak siyasi başkent oluşunun yanında ticaretin ve kültürün de merkezi olmasını sağlamaktı. Bunu gerçekleştirmek için de imar ve iskân faaliyetlerine çok önem vermiş, hayatının sonuna kadar İstanbul’un şenlenmesine çalışmıştır.

Sultan Mehmed fetih günü Ayasofya’nın kubbesine çıkarak şehri incelemiş ve Latin hâkimiyetinden sonra bir daha eski görkemine ulaşamayan İstanbul’un harap vaziyetini görünce çok üzülmüştü. Üstelik Bizans’ın son yıllarında şehrin nüfusu daha da azalmış, son kuşatma öncesinde de kaçanlar olmuştu. Sultan Mehmed, şehirden ayrılmış olan Rumların geri dönmesini, ayrıca Anadolu ve Rumeli’den Türk ve gayrimüslimlerden gönüllü olarak şehre gelenlere evler, bahçeler tahsis edilmesini istemişti. Ancak gönüllü olarak gelenlerle şehrin nüfusu istediği gibi artmayınca zorunlu iskân uygulanmış, Anadolu ve Rumeli’den birçok ailenin İstanbul’a gelmesi planlanmıştı. Bu iskân sırasında farklı yerlerden gelenler hep bir arada oturmaya gayret ediyorlar, böylece geldikleri yerin adıyla anılan yeni mahalleler kuruyorlardı. Nitekim Karaman’dan gelenler şimdiki Karaman bölgesini, Aksaray’dan gelenler Aksaray’ı, Çarşamba’dan gelenler Çarşamba semtini, Üsküp’ten gelenler Üsküplü mahallesini, Yenişehr-i Fenar’dan gelenler Fener mahallesini, Söke yakınlarındaki Balat’tan gelenler Balat mahallesini meydana getirmişlerdi. Bu iskân sırasında Arnavutlar, Ermeniler ve daha başka milletlerden de gelenler olmuş, İstanbul’un nüfusu kısa zamanda artmıştı. Fetihten yarım asır kadar sonra İstanbul bir dünya kenti haline gelmiş ve şehrin nüfusu Paris’in, Venedik’in nüfusunu geçmişti.

İstanbul fatihi Sultan II. Mehmed, fetihten hemen sonra şehirde güvenlik ve asayişi sağlamış; Karışdıran Süleyman Beyi subaşı, Hızır Çelebi’yi kadı olarak görevlendirmişti. İskân faaliyetiyle birlikte şehrin imarını da başlatmış, önce surlar onarılırken kendisi ve devlet adamları tarafından birçok mimari eser inşa edilmiştir. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’daki ilk eseri kuşatma öncesinde inşa olunan Rumelihisarı’dır. Fetihten sonra ise Ayasofya’yı camiye tahvil etmiş, 1 Haziran 1453 tarihindeki ilk Cuma namazını burada kılmıştır. Daha sonra kendisi için bir saray yapılmasını istemiş ve bugün İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu yerde bir saray yapılmıştır. Topkapı Sarayı’nın (Saray-ı Cedid) inşasından sonra Eski Saray (Saray-ı Atik) olarak anılan bu sarayın, Topkapı Sarayı’nın inşasından sonra önemini kaybetmiş ve vefat eden veya tahttan indirilen sultanların ailelerinin ikamet ettiği yer olmuştur. Marmara Denizi, Haliç ve İstanbul Boğazı’na hâkim bir tepede 1465-1478 yılları arasında inşa olunan Saray-ı Cedid (Topkapı Sarayı) ise asırlarca Osmanlı Devleti’nin yönetim merkezi olmuştur.

Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’daki ilk eserlerinden birisi de Emeviler dönemindeki ilk kuşatma sırasında surlar önünde vefat eden Ebȗ Eyyȗb el-Ensârî’nin kabrinin bulunduğu yere bir türbe ve cami inşa ederek Eyüp Sultan Külliyesini ve semtini kurmuş olmasıdır. Yine bu sırada Vefa semtinde de Şeyf Vefa Külliyesi inşa olunmuştur.

Padişah bu ilk inşa faaliyetiyle birlikte şehirdeki ticareti canlandırmak için bugünkü Kapalıçarşı’yı (Bedestân) inşa ettirmiştir. Padişah daha sonra vezirlerine de şehrin değişik yerlerinde imar faaliyetinde bulunmalarını emretmiş ve böylece Mahmud Paşa, Murad Paşa, Davud Paşa, Gedik Ahmed Paşa, Rum Mehmed Paşa tarafından büyük külliyeler inşa olunmuştur.

Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’daki en büyük eseri ise kendi adıyla anılan Fatih Külliyesi’dir. Fetihten on yıl sonra başlayan bu külliyenin inşası yedi yıl sonra, 1470’de tamamlanmış olup İstanbul’un ilk selatin külliyesidir. İstanbul’un silüetini ve kimliğini değiştiren bu eser şehrin dinî, sosyal ve eğitim merkezi olarak düşünülmüş, merkezinde yer alan caminin kuzeyinde ve güneyinde sekiz medrese (Semaniye Medreseleri) inşa edilmiştir. Külliyede cami ve medreselerden başka dârü’t-talim (ilkokul), kütüphâne, dârü’ş-şifa (hastahâne), imâret (han) ve türbe bulunuyordu.

Fatih Sultan Mehmed, eğitim faaliyetlerine de çok önem vermiş şehirdeki ilk medreseyi Ayasofya’da açmıştı. Daha sonra şehirdeki sekiz camide daha medrese olmasını istemiştir. Kendisi, Eyüp Sultan Camii’ni inşa ettirdiği zaman burada da bir medrese yaptırmıştır. Şehrin en büyük medresesi ise kendi külliyesi içindeki Semaniye Medreseleri’dir.

Fatih Sultan Mehmed, camiye dönüştürdüğü Ayasofya ve diğer eserler ile inşa ettirdiği Eyüp Sultan ve Fatih Külliyesi’nin hizmetlerini sürdürüp yaşaması için zengin vakıflar kurmuş ve bu vakıflara gelirler tahsis etmiştir. Aynı şekilde vezirleri ve devlet adamları tarafından kurulan külliyeler sayesinde İstanbul bir Türk-İslam şehrine dönüşmüş ve bütün bu eserler vakıf müessesesi sayesinde asırlarca hizmetlerini sürdürmüşlerdir. Fatih döneminde İstanbul’da 6 büyük külliye, sur içinde 163, Kasımpaşa’da 5, Galata’da 5, Boğaziçi’nde 6 ve Üsküdar’da 5 cami yapılmıştır. Bu dönemde faaliyet gösteren medrese sayısı 20’yi geçmiş; ayrıca 32 hamam, 2 büyük saray, 7 aşhane, 10 han ve kervansaray ile 28 çarşı yapılmıştır.

Bugün İstanbul Fatih döneminin hatırasıyla doludur. Fethin habercisi Rumelihisarı Boğaziçi’nde şehre girenleri selamlamaktadır. Fethin sembolü olan Ayasofya Camii Topkapı Sarayı’nın girişinde şehrin silüetini süslemektedir. Hz. Eyyȗb el-Ensârî’nin türbesi ve külliyesinin bulunduğu Eyüp Sultan semti İstanbul’un manevi merkezidir. Fatih Külliyesi ve semti, Topkapı Sarayı, Şeyh Ebü’l-Vefa, Molla Zeyrek, Akşemseddin, Molla Fenari, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Nişancı, Mahmud Paşa, Murad Paşa, Gedik Paşa, Davud Paşa’nın adlarını taşıyan semt ve mahalleleri İstanbul’un Fatih döneminden kalan mirasıdır. İstanbul fâtihi Sultan Mehmed’in adı şehrin her köşesinde yaşamaktadır. Bu vesileyle fethinin 568. yılında bu güzel şehri bize miras bırakmış olan Fatih Sultan Mehmed ve ahfadını rahmet ve şükranla anıyoruz.

Seçilmiş Kaynakça

Halil İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, I, Ankara 1954.

Halil İnalcık, İki Karanın Sultanı, İki Denizin Hakanı, Kayser-i Rum Fâtih Sultan Mehemmed Han, İstanbul 2019. 

Feridun Emecen, Fetih ve Kıyamet 1453 İstanbul’un Fethi ve Kıyamet Senaryoları, İstanbul 2012.

Düşten Fethe İstanbul, Editör: Coşkun Yılmaz, İstanbul 2015.

Mahmut Ak – Fahameddin Başar, İstanbul’un Fetih Günlüğü, 4. Baskı, İstanbul 2018.

Erhan Afyoncu, Bir Cihan Hükümdarı Fatih Sultan Mehmed, İstanbul 2018.

18 Mayıs Kırım Soykırım Sürgünü

İsmail Gaspıralı Kırım Eğitim ve Kültür Derneği tarafından 18 Mayıs 1944 Kırım Soykırım Sürgünü yıldönümü sebebiyle düzenlenen, 18 Mayıs 2021 Saat 19:44’te Zoom üzerinden gerçekleşecek programa birlik üyemiz Prof. Dr. Saynur GİRAY DERMAN konuşmacı olarak katılacaktır.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN KURUCUSU ATATÜRK’ÜN ANNESİ ZÜBEYDE HANIM

Dr. Öğretim Üyesi Dilara USLU

Zübeyde Hanım, Selanik’e bağlı Langaza Kasabası’nda 1857 yılında doğmuştur. Ailesi II. Mehmed zamanında Karaman’dan Rumeli’ye göçen Yörüklerdendir. Aile Karaman’dan gelerek önce Selanik ile Manastır’ın arasında bulunan Vodina Sancağı’na bağlı “Sarıgöl” de denilen “Kayalar” nahiyesine sonradan da Selanik yakınlarında bugün de kaplıcaları ile meşhur Langaza’ya yerleşmiştir. Babası Langaza Kasabası’nda çiftçilik ve ticaret yaparak geçimini sağlayan Feyzullah Efendi’dir. Annesi ise “Molla Hanım” olarak anılan Ayşe Hanım’dır. Feyzullah Efendi ile Ayşe Hanım’ın, Zübeyde, Hasan ve Hüseyin adlarında üç çocuğu olmuştur. Zübeyde Hanımın çocukluğu ve genç kızlığı hakkında fazla bilgiye sahip değiliz sadece 1871 yılında Selanikli orta halli bir aileden gelen Hafız Ahmet Efendi’nin oğlu Ali Rıza Efendi ile evlenmiştir.

Ali Rıza Efendi, Zübeyde Hanım ile evlendiğinde Selanik’te Yenikapı Mahallesinde oturuyor, Osmanlı Devleti’nin Yunanistan sınırındaki Olimpos Dağı eteklerindeki Papaz Köprüsü denilen bölgede gümrük muhafaza memuru olarak çalışıyordu. Geçim sıkıntısı nedeniyle memurluktan ayrılan Ali Rıza Efendi, kereste ticaretine başlamış ancak asayiş sorunları nedeniyle bu işi bırakıp tuz ticareti yapmaya başlamıştır. Beklediğini bulamayan Ali Rıza Efendi’nin sağlığı bozulmuş, 1888 yılında 47 yaşında vefat etmiştir. Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım’ın, Fatma (l871-1875), Ahmet (1874-1883), Ömer (1875-1883), Mustafa (188l-1938), Makbule (1885-1956) ve Naciye (l889-190l) isminde altı çocukları olmuştur. Ancak Makbule ve Mustafa’nın dışındaki çocukları küçük yaşta hastalanarak vefat etmiştir. Zübeyde Hanım, güçlü bir iradeye sahip, muhafazakâr ve geleneklerine bağlı bir kadındır. Yaşadığı dönemdeki kadınların okuma yazma oranının çok düşük olduğu dikkate alındığında okuma yazma bilmesi ve bilge bir kişiliğe sahip olması nedeniyle çevresi tarafından “Zübeyde Molla” diye hitap edilmiştir.

Eşi Ali Rıza Efendi’nin ölümünden sonra maddi sıkıntılar çeken Zübeyde Hanım, Selanik’e Mora’dan gelerek yerleşen göçmenlerden biri olan Ragıp Efendi ile ikinci bir evlilik yapmış, bu evlilikten çocuğu olmamıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın orduya katılarak çeşitli cephelerde savaşması, annesi için endişeli ve sıkıntılı günlerin başlangıcı olmuştur. Mustafa Kemal Paşa, bir yandan annesini teselli eden mektuplar yazarak, annesinin üzüntü ve endişelerini azaltmaya çalışmış, diğer yandan da İstanbul’daki arkadaşları vasıtasıyla ailesinin durumunu yakından takip etmiştir.

Balkan Savaşları sırasında Selanik’in Yunanlar tarafından ele geçirilmesi üzerine İstanbul’a taşınmak zorunda kalan Zübeyde Hanım, Beşiktaş-Akaretler’de bir eve yerleşmiştir. Ard arda gelen savaşlarda aldığı cephe görevleri nedeniyle annesinin yanında fazla kalamayan ve onunla pek vakit geçiremeyen Mustafa Kemal Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde görevliyken tanıdığı öksüz çocuklardan biri olan Abdurrahim’i evlat edinerek onun yanına bırakmıştır. Küçük Abdurrahim, Zübeyde Hanım’a “anne”, Makbule ve Fikriye Hanım’a “abla” diye hitap etmiş ve her zaman ailenin bir üyesi olarak kabul edilmiştir.

Dokuzuncu Ordu Müfettişliği’ne atanan Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a hareket edeceği için annesiyle vedalaşmaya gitmiştir. Mustafa Kemal Paşa, gönlünde hep bir endişe taşıyan annesi Zübeyde Hanım’a bu durumu açıklarken çok zorlanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, “Anne, ben yarın Anadolu’ya gidiyorum. Selanik nasıl elden gittiyse buralar da öyle olabilir. Ne elimden gelirse onu yapacağım. Fakat bu işte tehlike çoktur. Hesapta ölmek, gidip gelmemekte vardır. Bana hakkını helal et!.. “ diye konuşunca annesi bir hayli etkilenmiş, oğlu için büyük endişe duyması kalp krizi geçirmesine sebep olmuştur. Dr. Rasim Ferit (Talay)’in zamanında müdahalesi sayesinde Zübeyde Hanım kendine gelince Mustafa Kemal Paşa, ertesi gün annesinin elini öpmüş ve yola çıkmıştır. Zübeyde Hanım İstanbul’da kalmış, İtilaf devletlerinin çeşitli baskılarıyla karşılaşmıştır. Gece-gündüz daima evine yapılan baskınlar ve oğlu Mustafa Kemal Paşa için duyduğu kaygılar, sağlık durumu zaten iyi olmayan Zübeyde Hanım’ı iyice yıpratmıştır. Bunu fark eden Mustafa Kemal Paşa, 1920 yılının sonlarına doğru İnebolu yoluyla annesini Ankara’ya getirmek istemiş, ancak Zübeyde Hanım’ın hastalığının artması nedeniyle bir süre için bu yolculuktan vazgeçilmiştir. O zor günlerde Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da yaşayan annesine sık sık mektuplar yazmış, annesinin sağlığı ile ilgili gelişmeleri de yakından takip etmiştir. Fakat Mustafa Kemal ile ilgili idam edildiği, öldürüldüğü şeklinde şayialar kulaktan kulağa dolaşmaya başlayınca, Zübeyde Hanım o günlerde kendisini ziyarete gelen Mustafa Kemal Paşa’nın emir erini karşısında görünce felç geçirmiştir. Mustafa Kemal Paşa, kısmi felç geçiren Zübeyde Hanım ile kız kardeşi Makbule’yi, Büyük Taarruz hazırlıklarının yapıldığı sırada Ankara’ya getirmeye karar vermiştir. Fakat işgal altında olan İstanbul’dan annesinin Ankara’ya gelmesi çok kolay bir iş değildir. Mustafa Kemal Paşa güvendiği kişileri İstanbul’a göndererek annesinin İzmit’e geçmesini sağlamıştır. Sağlığı biraz daha düzelmiş olan Zübeyde Hanım, yolculuk yapabilecek kadar iyileşince, Adapazarı’na geçip orada Askerlik Şube Başkanı Baha Bey’in evinde misafir edilmiştir. 14 Haziran 1922 tarihinde Adapazarı’na gelen Mustafa Kemal Paşa, burada annesi ve kız kardeşi ile görüşmüştür. Kocaeli Bölgesi’nde incelemelerde bulunan Mustafa Kemal Paşa, annesi ile birlikte 24 Haziran 1922 tarihinde Adapazarı yoluyla Ankara’ya hareket etmiştir. Zübeyde Hanım Çankaya’da bir bağ evine yerleşirken Makbule Hanım ise İstanbul’a, eşinin yanına geri dönmüştür. Zübeyde Hanım, 17 Aralık 1922’de İzmir’e gidene kadar Ankara’da kalmıştır. Zübeyde Hanım için, uzun süre ayrı kaldığı oğlu Mustafa Kemal ile bir arada olmak mutluluk verici olmuş; fakat ayaklarındaki ağrılar gittikçe dayanılmaz derecede acı vermeye başlamıştır. Ayrıca seker hastalığı da gözlerini etkilemeye başlamıştır.

Lord Kinross, Atatürk adlı eserinde, Zübeyde Hanım hakkında şu bilgilerden bahsetmektedir:   

“…Düzgün, beyaz bir teni, derin ama berrak açık mavi gözleri vardı. Zübeyde Hanım güçlü bir iradeye ve sağlam bir güzelliğe sahipti. Doğuştan akıllı bir kadındı.”

Rahatsızlığının artması ve doktorların “Hastalığın Ankara’da tedavi edilemeyeceğini ve mutlaka sahilde ikâmet etmeleri gerektiğini” söylemesi üzerine Zübeyde Hanım’ın İzmir’e gönderilmesine karar verilmiştir. Bu İzmir seyahati Zübeyde Hanım için hem tedavi sürecinin başlamasına hem de aynı zamanda müstakbel gelin adayı Latife Hanım’ı yakından tanımasına vesile olmuştur. Mustafa Kemal Paşa bir gece Salih (Bozok) Bey’e şu emri vermiştir; “Doktorların gördükleri lüzum üzerine annemi İzmir’de tedavi ettirmek üzere oraya götürmek zarureti hasıl olmuştur. Binaenaleyh sen yarın buradan otomobille Konya’ya oradan da trenle İzmir’e hareket edersin. İzmir’de Vali Bey’le görüşerek validemin ikamet edebileceği münasip bir ev bulup ve onu döşettikten sonra bana bilgi verirsin. Ben de Validemi oraya gönderirim. Yalnız bulacağınız ev, terk edilmiş Rum mallarından olmasın.”

İzmir’e gelen Salih Bey, Latife Hanım’ın görevlendirdiği Ahmet Ağa tarafından karşılanmış ve ertesi gün Latife Hanım ve Salih Bey, Vali Abdülhalik Bey ile Hükümet Konağı’nda görüşmüşlerdir. Bu görüşmede Latife Hanım, Karşıyaka’da sanatoryum gibi bir köşkleri olduğunu söylemiştir. Zübeyde Hanım, yapılan hazırlığın ardından İzmir’e doğru yola çıkmış, daha önce kendisine bilgi verilen Latife Hanım, misafirleri karşılayarak tren istasyonuna yakın olan Köşk’e götürmüştür. Zübeyde Hanım, İzmir’e evlatlıkları Abdürrahim ile Fatma, Ali Çavuş ve Mustafa, Yaver Salih Bey ve eşi Pakize ile doktoru Yüzbaşı Asım ile gelmiştir. Mustafa Kemal’in isteği ile Uşakîzadelerin akrabası Tevfik Rüştü (Aras) da bu yolculukta Zübeyde Hanım’a eşlik etmiştir.

Latife Hanım, Zübeyde Hanım’ın vefatına kadar da yanından ayrılmayarak, ona büyük bir itina ve ihtimam ile bakmıştır. Her gün Zübeyde Hanım’ı ziyaret etmiş, yemek ve bakımı ile ilgilenmiştir. Latife Hanım, ayrıca Zübeyde Hanım’ın bakımı ile ilgilenmek üzere bir hastabakıcı, bir hemşire, bir de doktor seçmişti. Bir süre sonra Zübeyde Hanım’ın rahatsızlığı daha da artmıştır. Mustafa Kemal Paşa, annesinin vefatından önce İzmir’e gelememiş, fotoğraf subayı Esat Bey’i İzmir’e göndererek, annesinin fotoğraflarını çektirmiştir. Bu vesile ile bir nebze de olsa annesinin fotoğraflarıyla hasret gidermiştir. Bu fotoğraflar Zübeyde Hanım’ın son fotoğrafları olmuştur.

İpek Çalışlar hem Latife Hanım hem de Atatürk ile ilgili yazdığı biyografi çalışmasında araştırmaları neticesinde bulduğu bilgilere ve özel notlara da yer vermiştir. Bu kitaplarında Zübeyde hanımla ilgili olarak İstanbul Akaretler’de yaşadığı dönemde yazdırdığı vasiyetnamesinde vefatı sonrasında yapılmasını arzu ettiklerini tek tek not ettirdiğini yazmıştır. Zübeyde Hanım vasiyetnamesinde, Beşiktaş’taki Yahya Efendi Haziresine gömülmesini, gömüldükten sonra üçüncü gece dualar okunarak bir akşam yemeği verilmesini, beş adet kurbanın kesilip dağıtılmasını, çeşme yaptırılmasını istemiştir ki bu isteklerden hazireye gömülme isteği haricinde hepsi yerine getirilmiştir.

Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1923 akşamı vefat etmiştir. Bu haber önce Latife Hanım tarafından İzmir Valisi Abdülhalik Bey’e bildirilmiş, maalesef Mustafa Kemal, annesinin cenazesine gidememiştir. O sıralarda Mustafa Kemal Paşa İzmit’e gelmiş, Milli Mücadele’nin yanında yer alan bazı basın mensupları ile burada görüşmüştür. Gazetecilerin isteği üzerine 16 Ocak 1923’te İzmit’te bir basın toplantısı yapılması kararlaştırılmıştır. Aslında Mustafa Kemal Paşa önce Eskişehir’e gelmeyi, bu gezi sırasında savaş sonrası Anadolu’nun nabzını yoklamayı ve daha sonra İzmir’e geçerek annesi ile görüşmeyi planlamıştı. Fakat yolda Zübeyde Hanımın vefat haberini almıştır. Hatta haberi vermekte zorlanan yaverine, “Az önce rüyamda yemyeşil bir ovada anamla el ele geziyorduk. Hep olduğu gibi bir şeyler anlatıyordu. Birden bir fırtına çıktı, bir sel bastırdı, anamı aldı, götürdü. Hiçbir şey yapamadım, Hiç! Hiç!”  Böylece yaverinin söylemekte zorlandığı bu acı haberi Mustafa Kemal Paşa rüyasında gördüğünü söyleyerek anlamıştır.

Hâkimiyet-i Milliye Gazetesinde cenaze merasimi “İzmir’de Muazzam Bir Cenaze Merasimi” başlığı ile verilmiştir. Annesinin cenazesinde bulunamayan Mustafa Kemal Paşa, 27 Ocak 1923 tarihinde İzmir’e gelmiştir. Mustafa Kemal Paşa’yı, Karşıyaka Tren İstasyonu’nda İzmir Valisi Mustafa Abdülhalik (Renda) Bey, İzmir ve Havalisi Kumandanı İzzettin Paşa, Kolordu Kumandanlarından Fahrettin Paşa, İzmir eşrafının ileri gelenleri ve halk karşılamıştır. Mustafa Kemal Paşa, büyük bir kalabalık eşliğinde yürüyerek annesinin defnedildiği Ferik Osman Paşa Camii’ne gitmiştir. Annesi Zübeyde Hanım’ın, Karşıyaka’da Osman Paşa Camii avlusundaki mezarının başına giderek, yanındakilere şöyle demiştir:

“Annem ölmüş, bu hazin hakikat karşısında benim için teselliye sebeb bir nokta var; kurtuluşu, hepimiz için, bütün millet için bir gaye-i emel ifade eden bu güzel İzmir’in mukaddes topraklarında gömülmüş olması…”

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu göremeyen Zübeyde Hanım 66 yıllık ömründe çok zorluklar çekmiş, İmparatorluğun yıkılışına ve oğlunun liderliğinde Türk milletinin gerçekleştirdiği Milli Mücadele’ye tanıklık etmiştir. Kaderin cilvesidir ki gözyaşları ile ayrıldığı memleketi Selanik’e benzerliğinden dolayı “ikiz kardeşi” olarak nitelendirilen İzmir’de ebedi âleme gözyaşları ile uğurlanmıştır. Selanik’i tekrar göremese de mezarı, kurtuluşun simge şehirlerinden olan İzmir’de bulunmaktadır. Bu vesile ile bir milletin küllerinden doğuşunda çok büyük hizmeti olan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ı saygı ve rahmetle anıyoruz. Ruhu şad olsun!

102. YILINDA MİLLİ MÜCADELE VE ATATÜRK

Doç. Dr. Münevver Ebru ZEREN

Türk tarihindeki en çetin milli bağımsızlık mücadelesini bundan tam 102 yıl önce başlatan ve bağımsızlığına kavuşturduğu milletini ülkesinde tek hakim güç kılmak için Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Ulu Önderimiz Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, her zaman olduğu gibi, bu seneki 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nda da sonsuz bir sevgi, saygı, minnet, özlem ve rahmetle  anıyoruz. Ne mutlu ki milli ve evrensel değerlere dayanan ilkeleri ve inkılapları ile, yalnızca Türk milletinin değil, dünya milletleri ve liderlerinin derin bir saygı ile andıkları üstün niteliklere sahip olan; bize daima akıl ve bilim rehberliğinde ilerlemeyi salık veren; kurduğu Cumhuriyetin temellerini yüksek Türk kültürüne dayandıran; çocukları, kadınları, gençleri ve köylüleri baş tacı eden eşsiz bir lidere sahibiz ve onun gösterdiği yolda ilerlemeye and içmişiz… Ulu Önderimiz Atatürk başta olmak üzere Atatürk’ün silah arkadaşlarının, Milli Mücadele sırasında kaybettiğimiz tüm şehitlerimizin ve gazilerimizin haklarını ödeyemeyiz, ruhları şad olsun…

102. yılını kutlama şansına erdiğimiz bu tarihi günlerde Milli Mücadele’nin niçin dünyada eşi benzeri olmayan bir Bağımsızlık Savaşı olduğunu tekrar hatırlamamız ve vurgulamamız gerekiyor. I. Dünya Savaşı’nı Almanya’nın yanında yenik bitiren Osmanlı Devleti’nin İtilaf Devletleri ile 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi’ni imzalaması; ülkenin askeri gücünü, ulaşım ve haberleşme sistemlerini, ekonomik kaynaklarını kullanılamaz hale getirmiş ve vatanın işgaline resmi bir dayanak hazırlamıştı. Kasım 2018’de Musul ve Halep’in İngilizler’e bırakılmasının ardından 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar İzmir’e çıkmışlardı. Yurdun güney, doğu ve güneydoğu cephelerinde bir çok şehrimiz İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar tarafından işgal edilmişti. Azınlıklardan Yunanlılar’ı coşkuyla karşılayan Rumlar’ın yanı sıra Ermeniler ve Kürtler de İtilaf Devletleri’ni bağımsız bir devlet kurma hayali için desteklemişlerdi. Cephede yer almamakla birlikte siyasi toplantı ve anlaşmalarda aktif olarak yer alan Amerika’yı ve Bolşevik ihtilalinden sonra Osmanlı ile barış anlaşması imzalayarak çekilen Rusya idaresinden kurtulan Ermenistan ve Gürcistan’ı da sayarsak Türk milletinin Milli Mücadele’yi tüm yurt sathında “yedi düvele” karşı yürütmesinin dünya tarihinde olağanüstü bir durum olduğunun altını çizmemiz gerekmektedir.

İtilaf devletlerinin Anadolu’yu işgale başlamasıyla birlikte padişah ve hükümetten umduğunu bulamayan Türk milleti “Kuva-yı Milliye” birlikleriyle bölgesel direnişlere, millet ve memleketin hukukunu korumak için kurulan milli cemiyetler ile faaliyetlere başlamıştı.  Ancak bu tepkiler henüz topyekün milli bir teşkilat olmaktan uzaktı. Bu kahraman ordu-milletin şartlar ne olursa olsun  Milli Mücadele’yi kazanacağına inanan ve bu uğurda her şeyi göze almaya hazır olan Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa, Yunan işgalinden 1 gün sonra padişah tarafından Anadolu’da azınlıklara karşı taşkınlık yaptığı öne sürülen Türkler’i yatıştırmak için 9. Ordu Müfettişi  olarak Samsun’a çıkmak üzere görevlendirildiğinde nihayet beklediği fırsatı bulmuştu. İşte Türk tarihinde bir dönüm noktası olan 19 Mayıs’ın Türk tarihi için önemini belki en iyi anlatan Mithat Cemal Kuntay’ın şu dizeleridir:

Bazı biçaredir sıfırlardan

En müselsel asırların sayısı

Bazı bir günde bir asır vardır

Mesela Türk’ün 19 Mayıs’ı”

Milli Mücadelemizi diğer ülkelerin bağımsızlık savaşlarından farklı kılan önemli bir unsur da mücadelenin milletin hukukunu düşmana karşı korumayan ve teslimiyetçi bir tutum izleyen padişah ve hükümetine rağmen yürütülmesidir ki, bu da Mustafa Kemal Paşa’nın yüksek dehası sayesinde siyasi ve hukuki bir zemine oturtulmuştur. Onun yayınlandığı genelgeler ve topladığı kongreler neticesinde milletin seçtiği temsilciler ile önce Temsil Heyeti, meclisin açılışından sonra ise Ankara hükümeti oluşturulmuştur. Misak-ı Milli’nin İstanbul hükümeti tarafından kabul görmesi, İtilaf Devletleri’nin Ankara hükümeti’ni görüşmelere dahil etme ve onunla uzlaşma çabaları atılan adımların ne kadar başarılı ve isabetli olduğunu göstermektedir.  Milli cemiyetler tek çatı altında birleştirilirken askeri mücadele zemininde ise düzenli ordunun kurularak Kuva-yı Milliye’nin yerini alması İnönü Savaşlarında kazanılan zaferlerle meyvelerini vermiştir. 

Milli Mücadelemizi eşsiz kılan diğer önemli unsurlardan biri de içinde gerçekleştiği olumsuz şartlara rağmen tarihi bir zaferle sonuçlanmış olmasıdır. Millet alabildiğine yoksul, Çanakkale Savaşlarında olduğu gibi tamamen donanımlı İtilaf kuvvetlerine karşı savaşan Türk askeri yiyecek, giysi ve cephaneden yoksun idi.  Yunanlılar’a karşı kaybedilen Kütahya-Eskişehir Savaşları’ndan hemen sonra, Sakarya Meydan Savaşı’ndan önce Mustafa Kemal Paşa Başkomutan olarak meclisten olağanüstü yetki istemiş ve  7-8 Ağustos 1921’de Tekalif-i Milliye Kanunu’nu çıkartmıştır. 

Tekalif-i Milliye Emirleri’ne göre; Her ilçede bir Tekalif-i Milliye Komisyonu kurulacak, Halk, elindeki silah ve cephaneyi 3 gün içinde orduya teslim edecek; her aile birer takım çamaşır, birer çift çorap ve birer çarık verecek, karşılığı daha sonra geri ödenmek üzere halkın elindeki yiyecek ve giyecek maddelerinin yüzde kırkına el konulacak; yine tüccarların elindeki her türlü giyim eşyasının yüzde kırkına el konulacak ve bunların karşılığı daha sonra geri ödenecek; her türlü makineli aracın yüzde kırkına el konulacak; halkın elindeki binek hayvanlarının ve taşıt araçlarının yüzde yirmisine el konulacak; sahipsiz bütün mallara el konulacak; tüm demirci, dökümcü, nalbant, terzi ve marangoz gibi iş sahipleri ordunun emrinde çalışacak; halkın elindeki araçlar, ordu ihtiyaçları için her ay 100 km taşıma yapacaklardı. Bu fedakarlıklar neticesinde Sakarya Meydan Savaşı’nda 10 Eylül 1921 tarihinde başlayan Türk genel karşı taarruzunda Duatepe düşmandan ilk kez geri alınmış; Türk’ün makus talihi burada yenilmiştir.

Artık bu zaferden bir sene sonra 30 Ağustos 1922’de sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile Lozan’a, bağımsızlığa ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna uzanan yol açılmıştır. Büyük bir iman ve emekle kazanılan Türk Milli Mücadelesi, emperyalist güçler altında ezilen tüm mazlum milletlerin ümidi ve itici gücü olması hasebiyle de tarihteki eşsiz yerini kazanmıştır.

19 Mayıs 1919 tarihinde başlayan Milli Mücadele’yi böylece özetledikten sonra Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutladığımız bu günde Atatürk’ün Türk Gençliği hakkındaki düşüncelerinden kısaca bahsetmek istiyoruz. Atatürk döneminde olduğu gibi günümüzde de devletimizin, milletimizin geleceği gençlerimizin elindedir. Onlara sağlayacağımız refah yaşam şartları, vereceğimiz milli, laik eğitim ile kazandıracağımız milli ve evrensel değerler Türkiye Cumhuriyeti’nin güvencesidir, güvencesi olacaktır. Ancak Atatürk’ün çoğu zaman doğrudan hitap ettiği “Gençlik” ile kimleri hedef kitle olarak gördüğünü iyi tespit etmemiz gerekmektedir. Türk düşünce dünyasını çok iyi tanıyan ünlü felsefe profesörümüz Mübahat Türker Küyel, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nca görevlendirilerek 15 Kasım 1985 Cuma günü Ankara Fen Lisesinde verdiği konferansta bu konuya değinmiş ve bu konferans metni Erdem dergisinin Ocak 1986 (C.2, S.4) sayısında yayınlanmıştır.

M. Türker Küyel’e göre biyolojik ve insanı diğer canlılardan ayıran bir özellik olarak toplumsal bir varlık olan insanın gençliği de bu iki boyutta ele alınmalıdır. Gençlik, insanın akıllanmaya başladığı, onu diğer canlılardan ayıran kültür ve uygarlığını tanıdığı, ona sahip çıktığı ve yüce değerler edindiği bir dönemdir. Türker Küyel bu konuya şöyle değinmektedir:“Bu bakımdan genç demek, her zaman, ergen demek, yeni yetme veya delikanlı demek değildir. Genç demek toplumsallaşmış kişiler arasında, yaşı her ne olursa olsun, yüce değerlerin birer gölge varlık değil, gerçek varlık olduklarını kabul eden, onları benimseyen, onlar yolunda “mihnet’’ çekmeye, emek vermeye hazır olan demektir.” Ayrıca hikmet kitabımız olan Kutadgu Bilig’de “yaşı yiğit” olarak nitelenen aklın vasıflarından birinin “gençlik” olduğunu, onun daima “genç” kalan bir yeti olduğu da belirtilmiştir. Aklı bir yana bırakmak, yüce değerleri unutmak, insanlıktan çıkmak ölmek demektir. Nice 19 Mayıslar’a bu bilinçle erişmek ve hep “genç kalmak” dileklerimizle yazımızı kıymetli hocamızın konferansının son sözleriyle bitirelim:

“Atatürk, bu genç, ama, büyük adam, bu genç, ama, ulu kişi, bu Genç Ata “Beni unutmayınız” diyor. Onu unutmak ne mümkün? Onu unutmak kendini unutmaktır; onu kaybetmek kendini kaybetmektir, yok olmaktır. Onu unutmamak kendini bulmaktır, var olmaktır, ölümsüzlüktür, gençliktir.”

TÜRK TARİHİNİN İLK KADIN HÜKÜMDARI: TOMRİS HATUN

Prof. Dr. Mualla UYDU YÜCEL

Türk tarihinin ilk kadın hükümdarı olarak tanının Tomris Hatun, Saka Türklerindendir ve adının anlamı demir/temir’dir. Sakalar 6. yüzyılın en güçlü Türk kağanlıklarından birini kurmuşlardır. Babasının kim olduğuna dair kaynaklarda net bir bilgiye sahip değiliz. Sakaların kağanı İşkapay’ın veya efsanevi lider Spargalis (Spargapis)’in kızı, torunu ve torununun torunu olduğu düşünülmektedir. Efsaneye göre de Türklerin en önemli atalarından biri olan Alp Er Tunga’nın torunu olarak kabul edilmektedir.

Tomris Hatun, annesini dünyaya gelmesinden kısa bir süre sonra kaybetmiş, babası Spargalis bir daha evlenmeyerek bütün sevgisini, bilgisini ve tecrübelerini ona aktarmıştır. Tomris de bu yüzden 5 yaşına geldiğinde bozkırda atın üzerinde kararlı bir şekilde durmayı, altısında kılıç, ok ve yay kullanmayı on üçünde ise kılıç ve mızrak kullanmada maharetler yaratan usta bir savaşçı olmayı başarmıştır.

Tomris komşu devletin hükümdarı Saki Tigrahaud Kavad’ın oğlu Rüstem’le evlenmiş ve ondan bir oğlu olmuştur. Oğlunun doğumundan kısa bir süre sonra da babası Spargalis ölmüş ve ondan tahtan feragat etmesi istenmiştir o da bu isteğe karşı koymayarak feragat etmiştir. Ancak bir süre sonra bu düşüncesinden vazgeçmiş ve mücadele etmek üzere sadece kadınlardan oluşan güçlü bir askerî birlik kurmuştur. Çok kısa süre sonra da askerî manevra kabiliyeti yüksek bu muhteşem kadın süvariler sayesinde tahtını geri alıp eşinin toprakları ile birleştirmeyi başarmıştır. Bu sırada Persler de büyük bir kuvvet haline gelerek kendilerini tehdit etmeye başlamışlardır. Pers Kralı Kirus’un büyük bir güce sahip olarak topraklarını genişletmek amacı ile sınırlarına kadar gelmesi üzerine eşi Rüstem, Kirus ile savaşmış ancak sonunda hem savaşı hem de hayatını kaybetmiştir. Bunun üzerine babasından kendisine miras kalan taht ile eşinden kalan tahtı birleştirerek, bir taraftan halkının refah içerisinde yaşamasına, diğer taraftan da sınırlarını güvence altına alarak emniyet içerisinde olmalarını sağlamaya çalışmıştır. Bütün sevgisini ve ilgisini de biricik oğluna vererek onun çok iyi yetişmesi için bütün imkanlarını seferber etmiştir. Bu sırada Kral Kirus pek çok yeri aldıktan sonra ülkesini de hedef seçerek, Batı Türkistan’ın güney kısımlarını ele geçirmiştir. Tomris önce, bu saldırılara karşı çok fazla tepki vermemiş, sadece savunma tedbirleri almıştır. Kirus da beklediği gibi bir tepki ile karşılaşmayınca üzerlerine giderek sürekli akınlarda bulunmaya başlamıştır. Nitekim Saka topraklarında ilerlediğinde herhangi bir öncü askeri birliğin önüne çıkmamasına sevinmiş; ancak yanmış araziler ile karşılaştığında öfkesi dağları aşmıştır. Yanmış tarlalarda at sürmek, yayan askeri götürmek büyük riskler taşıdığından ve askeri de yorduğundan geri dönmek zorunda kalmıştır.

Ülkesine döndüğünde kendisine bu yıpratıcı taktiği uygulayan kadınla evlenmenin en doğru karar olduğunu düşünmüş ve elçilerini göndererek “Tomris’e evlenme teklif ettiğini, teklifi kabul etmesi durumunda onlarla savaşmayacağını ve bu teklifin onlar için bulunmaz bir nimet olduğunu” söylemiştir. Tomris’in bu teklifi büyük bir memnuniyet ile kabul edeceğini düşünürken red cevabı ile karşılaşınca büyük bir öfkeye kapılmış ve hemen harekete geçerek Sakalar’a savaş ilan etmiştir. Tomris de hem sayıca kalabalık bir ordu hem de vahşi köpeklerle üzerlerine gelen Kirus’u durduramayacağını çok iyi bilmesine rağmen yine de elçilerini gönderip vazgeçirmeye çalışmış ve Kirus’a şunları söylemiş ise de dinletememiştir:

Kral Kirus sana söylüyorum gel bu işlerden vazgeç; bu yaptıkların senin hayrına mıdır, değil midir bilemezsin. Bizi bırak, sen kendi halkını idare et; bizim de kendi halkımızı yönetmemize karışma. Ama biliyorum ki yolunu bu tavsiyeme göre çizmek istemeyeceksin? Eğer yok ben ne olursa olsun Sakalar ile boy ölçüşmek istiyorum diyorsan, o zaman ırmağın iki yakasını birleştirmek için bu kadar zahmete katlanma. Biz ırmaktan üç günlük mesafede bulunuyoruz. Eğer bizim gelmemizi istemiyorsan nehri geç ve topraklarımıza gel!”     

Tomris Hatun savaşın kaçılmaz olduğunu anlayınca tarihte Turan Taktiği veya Kurt Kapanı olarak bilinen savaş taktiğini uygulamak üzere askerlerini ikiye ayırmıştır. Kirus ise bir plan yaparak Sakaların gönderdiği keşif-öncü birliğinin (ki içerisinde Tomris’in oğlu da vardı) şarap ve kızlar ile sarhoş edilerek esir alınmaları sağlamıştır. Esir askerlerin hepsini öldürüp sadece Tomris’in oğluna dokunmamıştır. Haber Tomris’e ulaştığında üzüntüsünden ne yapacağını bilememiş, bir taraftan oğlu için ızdırap çekerken diğer taraftan öldürülen askerleri için büyük üzüntü duymuştur. Bu üzüntü içerisinde bir anne, bir kadın ve en önemlisi de hükümdar olarak Kirus’a elçi gönderip şöyle seslenmiştir: “Kana doymayan kanlı katil Kirus!, Bu başarınla övünme. Bu zaferi kazanınca aklın başından gitti. Unutma ki şarap aslında bir zehirdir ve bu zehir seni hile ile oğlumun efendisi yaptı. Bak şimdi sana güzel bir öğüt vereyim; beni dinle, oğlumu bana geri ver. Saka ordusunun üçte biri üzerinde kazandığın bu kaba zaferle yetin ve bu topraklardan çekil. Eğer bu dediğimi yapmazsan, Sakaların hükümdarı olarak ant içerim ki, kan dökmeye doymayan adam olan seni ben kana doyuracağım”.

 Kirus gelen elçinin söylediklerini bir annenin feryadı ve yerine getirilemeyecek boş sözler olarak görüp dikkate bile almamıştır. Bu arada Tomris Hatun’un oğlu içkinin etkisinden kurtulup kendine geldiğinde ellerinin bağlandığını ve bir köşeye atıldığını görünce derin bir yeise kapılmıştır. Annesine böyle bir onursuzluğu yaşattığı için kahrolmuş ve fırsatını bulduğunda da yanındaki askerin hançerini alarak hayatına son vermiştir. Tomris’in oğlunun yaşadıklarını öğrendiğinde yaşadığı derin üzüntünün tarifi olmamış ama acısını içinde yaşamıştır. Büyük bir metanet göstererek, anneliğini bir tarafa bırakmış ve ordusunu toplayarak Perslere saldırı kararı almıştır. Bu sırada yanındakilere dönerek “Kana susamış Kirus! Sen oğlumu mertlikle değil o içtikçe zıvanadan çıktığın şarapla öldürdün. Ama yemin ederim ki seni kanla doyuracağım!” Demiştir.

M.Ö.528/29 yılında yapılan savaş dar bir boğaz geçidinde gerçekleşmiş ve savaşı bizzat kendisi yönetmiştir. Göğüs göğüse son derece şiddetli bir mücadelenin ardından zafer Pers ordusunun sayıca kendilerinden üstün olmasına rağmen Tomris Hatun’un olmuştur. Yanındaki askerlere savaş meydanında gezerken Kirus’u sormuş; öldüğü haberini getirdiklerinde içi biraz soğumuş ise de bu ona yetmemiştir. Kirus’un cansız bedeninin bulunarak kendisine getirilmesini istemiş ve isteğinde hayatı boyunca yüzlerce masum insanın kanını akıtan Kirus ve onun gibi olanlara ibretlik bir ders vermek etkili olmuştur. Askerlerine içi kan dolu bir fıçı getirmelerini söylemiş, fıçı getirildikten sonra da Kirus’un başını bedeninden ayırarak fıçının içine koymalarını emretmiştir. Oturduğu yerden kalkarak fıçının başına gelmiş ve gür sesi ile: “Canım sağ ve savaştan zaferle çıktım. Ama sen hileyle oğlumu yakalayarak onu öldürdün. Şimdi sana söz verdiğim gibi. Hayatında kan içmeye doymamıştın, şimdi benim elimden kana doyuyorsun” diyerek içindeki öfkeyi biraz olsun soğutmaya çalışmıştır.

Savaş bittikten sonra eve dönmüş; oğlu çok genç öldüğü için ona yaşına ve makamına yaraşır şekilde cenaze töreni düzenlemiş, düğüne gider gibi altın elbise giydirmiş ve mezarını değerli mücevherler ile süsletmiştir. Yine en sevdiği atını da yanına öbür dünyada kendisine eşlik etmesi için gömdürmüştür. Ancak intikamını almasından kısa bir süre sonra yaşadığı derin acı daha fazla yaşamasına izin vermemiş ve kısa bir süre sonra oğluna kavuşmuştur.

Türk tarihinde devlet yöneten ilk kadın hükümdar unvanı taşıyan Tomris Hatun, cesareti, savaşçılığı ve adil yönetimi ile Türk tarihinde hak ettiği yeri alarak, bu muhteşem tarihe damgasını vurmuştur.

TÜRKLERDE DİN GELENEĞİ

Doç. Dr. Münevver Ebru ZEREN

Türklerin en eski dönemlerden günümüze gururla taşıdıkları devlet ve asker teşkilâtı geleneklerine kâni olmakla birlikte, büyük bir din geleneğine de sahip olduklarından ne yazık ki çoğumuz haberdar değiliz. Bu din geleneği, Türklerde Tanrı, evren ve insan tasavvurunu ilk kez yaratan, Türk millî kimliğini oluşturan ve onlara tarih serüvenleri boyunca her daim eşlik eden en eski ve millî dinlerinin günümüze uzanan sürekliliğini ve izlerini ifade etmektedir. Değerli Türk tarihi ve dinler tarihi âlimlerimiz rahmetli Hikmet Tanyu, İbrahim Kafesoğlu ve Harun Güngör’ün kanaatimizce pek doğru bir tespitle  “Gök Tanrı dini” olarak adlandırdıkları bu din, kendini yazılı olarak ilk kez 8. yüzyılda, Orhun Yazıtlarında “Tengri” ile başlayan bilge ata deyişlerinin yeri göğü titreten nağmelerinde açığa vurmuştur. Ancak şüphesiz ki onun ve oluşturduğu geleneğin, tabir-i caiz ise “genleri”, Türkistan’da ve Anadolu’da on binlerce yıl önce nakşedildikleri düşünülen ve en eski kültürel belleğimiz olan kaya resimlerinde gördüğümüz kozmoloji, dinî törenler ve kutsal kabul edilen unsurların temsillerine dair bir çok resim ve tamgada gizlidir. Bu arkeolojik belgelerin yanı sıra dünyanın farklı coğrafyalarına dağılmış Türk topluluklarının destanları, gelenek ve görenekleri Gök Tanrı dinine ait ipuçlarını bünyelerinde barındırmaktadır.

Türklerin sonradan benimsedikleri her din ile senteze girerek o dini farklı algılamalarına ve yaşamalarına sebep olan da, işte Gök Tanrı dini ve ondan doğan bu din geleneğidir. Bu din, onların millî kimlikleri ile törelerini şekillendirmiş ve bu kimlik altında içkin bir şekilde mevcudiyetini sürdürerek dinlerüstü bir kimlik kazanmıştır. Gök Tanrı inancı merkezinde gelişen bu din ayrıca tabiat kuvvetlerine iman ve atalar kültünü de içermektedir. Aslında dikkatlice değerlendirdiğimizde Gök Tanrı dininin iman unsurlarını oluşturan “Gök Tanrı-tabiat kuvvetleri-atalar”, aslında her dinin temel problemi olan Tanrı-evren-insan ilişki zincirinin halkalarına birebir tekabül etmektedir. Bu da haksız bir şekilde “Şamanizm” olarak nitelenen eski Türk dininin çok erken dönemlerde “yüksek mahiyette bir din” olarak teşekkül ettiğini apaçık ortaya koymaktadır. Türklerin Kadir-i Mutlak olarak gördükleri Gök Tanrı’ya olan aşkları, inançları, teslimiyet ve şükran duygularını yazıtlardan olduğu kadar başlıca Çin ve Bizans kaynaklarından da öğrenmekteyiz.

Şüphesiz bir milleti birleştiren, ifade ve temsil eden en önemli iki kurum devlet ve dindir. Bir kavim veya milletin tarihinde evrensel dinlerin ortaya çıkışından önce var olan millî dinler döneminde din ve devlet işlerini yürütme yetkileri, genellikle “ilahî” olarak addedilen hükümdarlar tarafından yerine getirilmiştir. Kadim Türklerde de hükümdar ilahî menşeli kabul edilmiş ve ilahî yetki “kut” olarak adlandırılmıştır. Ancak kut, hükümdara ölene kadar verilmiş bir yetki olmayıp adil ve töreye uygun olmayan icraatler neticesinde düşebilirdi. Din ve devlet kurumlarının özdeşleştiği milletlerde devlet yasaları ve dinî kaideler adetâ meczolmuş, bu iki kurum birbirinin varlığını ve gücünü destekler duruma gelmiştir. Bu durum, eski Türk kültüründe de “töre” adı altında kendini hissettirmektedir. Nitekim töre hem dinin önemli bir bölümünü oluşturan ahlakî değerler, hem de devlet tarafından uygulanan örfî yasaları bünyesinde bir arada uzlaştırmış bir şekilde barındırmaktadır. Rahmetli kültür tarihçimiz Bahaeddin Ögel’in Türkler’in devlet yapısı geleneğini tanımlayan somut ve soyut unsurlar arasında saydığı aile, halk, toprak, kağan, töre ve kut, kanaatimizce Türkler’in din geleneğini de oluşturan yapıtaşlarıdır. Dinin öğrenildiği mecra, toplumun yapıtaşı ailedir; halk tarafından benimsenen ve uygulanan çoğunluk dini genellikle devletin “resmi dini”dir. Kadim Türklerde “vatan” kavramının dinî vechesi bulunmaktadır. Kağan, töre ve kut, Türk devletini olduğu kadar Türk dinini de yaşatacak ve yüceltecek temel unsurlardır.

Türklerde din ve devlet geleneklerinin etkileşiminin somut bir örneğini, Tengri’nin yarattığı evreni ağacı, dağı, taşı, suyu, ateşi ve bunların koruyucu ruhları ile birlikte kucaklayıp kutsal kabul eden “yer-su kültü”nün zamanla “kutsal vatan” mefhumuna dönüşümünde görmek mümkündür. Aynı şekilde tüm dünyaya hükmetmek için “kut”lu kılınmış Türk hükümdarı, “Türk Tengrisi”nin kendisine ve halkına emanet ettiği tüm evrene aynı bilinç ve anlayışla sahip çıkmakla yükümlüdür. Zira Türklerin kendi aileleri, urukları, boyları ve milletini çok sevmekle birlikte beraber yaşadıkları diğer insanları ötekileştirmeyen hümanist yaklaşımları; Türk bey ve hükümdarlarının farklı dinler karşısında hoşgörü sahibi olup maiyetindeki diğer dinleri de himaye etmeleri, onların üniversalist insan-(kutsal) evren ilişkilerinin toplum ilişkilerine de müspet olarak yansıdığını göstermektedir. İşte bu hoşgörü ortamında farklı coğrafyalarda yaşayan Türk boyları, birlikte yaşadıkları veya ticaret, misyonerlik gibi faaliyetler neticesinde iletişimde bulundukları bir çok farklı etnik kökenli kavimlerin dinlerini tanımış ve siyasî, ekonomik, sosyal, kültürel veya tamamen dinî sebeplerle, ama genellikle derin bir muhakeme neticesinde bu dinleri kabul etmişlerdir.  Ancak bu din değişim süreçlerini ve sonraki dönemlerini incelediğimizde Türk din geleneğine ait unsurların Türklerin hayatından tamamen çıkmadığını, yeni dinin motiflerine bürünüp onların kisvesi altında bir nevî “bilinçaltı” surette, adetâ bir “arketip” niteliğinde yaşamını sürdürdüğünü görmekteyiz.

Tanrı’nın kendi gücünü ve sıfatlarını bildirmek üzere insanlara işaretler gönderdiğine inanan Türkler, bu işaretleri öncelikle içinde bulundukları tabiattan başlayarak çözümlemeye çalışmışlardır. Kaşgarlı Mahmud’un sözlüğünde onların bozkırda tek başına dikilen ulu bir ağacı “tengri” olarak adlandırdıkları gibi Tanrı’ya atfettikleri bu kelimeyi kutsal kabul ettikleri varlıkları da ifade etmekte kullanmışlardır. Bu ve benzeri örnekler, Türklerin Tanrı anlayışlarını idrak edememiş araştırmacılar tarafından ne yazık ki dinlerinin “çoktanrılı” olduğu şeklinde değerlendirilmiştir. Halbuki Tanrı’nın büyüklüğüne ve her şeyin asıl sahibine işaret eden bu deyiş, rahmetli Emel Esin hocamızın belirttiği gibi Türklerin İslâm tasavvuf anlayışına damgasına vurmuş vahdet-i vücud anlayışı ile büyük bir benzerlik göstermektedir. İşte Türklerin İslâmi dönemde ortaya çıkan bu Tanrı tasavvurunun kökeninin Gök Tanrı dinine uzandığı önermesi, farklı örneklerle zenginleştirildiğinde Türklerde din geleneğinin en önemli maddelerinden birini açıklığa kavuşturmuş olacaktır. Tanrı aşkı ve arayışı içinde kendisine akıl ve duyularını rehber edinerek evrendeki Tanrı tezahürlerini gözlemleme gücü, Türklerin, Tanrı-evren-insan saç ayağında yükselen dengeli, bütüncül ve üniversalist din geleneğini açıklayıcı ve kalıcı kılmıştır.

Türk din geleneğinin diğer bileşenleri, dua, ilahi, müzik ve dans gibi ibadetlere yönelik uygulamalardır. Kadim atalarımız, Gök Tanrı’ya ibadetlerini kutsal dağların tepelerinde, çıplak göğün altında kurbanlar eşliğinde gerçekleştirmişler; dualarını müzik ve dans ile kutsamışlardır. Başta Mevlevilik ve Bektaşilik olmak üzere, Türk tasavvuf tarikatlerinde önemli yer tutan müzik ve dans uygulamalarının köklerinin eski Türk kültürüne uzandığı bilinmektedir. Ruhlar ve atalar ile iletişime geçebilen kamlar halk arasında başta sağaltma olmak üzere dünyevi işler için devreye girmekle birlikte en önemli dini törenlere Türk hükümdarının başkanlık ettiği bilinmektedir. Gök Tanrı dininde din adamlarına büyük bir rol biçilmemesi, Türk toplumunda ruhban sınıfının olmaması sonucunu doğurmuştur. Atalara duyulan saygı, halen ana ve babaların dualarımızda ilk sıralarda yer alması ile mezar ve evliya türbelerini ziyaret etme geleneğimizde devam etmektedir. Türk kültüründe kadına biçilen değerli rol ve cinsiyet eşitliği, Hz. Hoca Ahmed Yesevî’nin toplantılarında erkek ve kadının birlikte ibadet etmesi geleneğinde devam etmiştir. Maturîdilik başta olmak üzere Türk İslamiyeti’ni Arap kültüründen ayıran ve millî özelliklerini korumasını sağlayan Türk dini felsefe ve tarikatları, millî kimliğin kutsal menbası olan Gök Tanrı dininden beslenmiş; adil Türk töresini, temel ilkelerinin pek de güzel örtüştüğü İslâmiyet’in hizmetine sunmuştur. İşte günümüzde de tüm insanlık ve İslam alemlerinin açmazları ile Türklük meselelerini akıl ve sevgi ile çözebilecek olan, temeli Tanrı aşkına ve O’nun yarattığı evren ve insana yönelen sevgiye dayanan Türk-İslâm sentezidir. Bu sentez sayesinde İslâmiyet’e sayısız hizmetleri bulunan Türklerin şimdiki nesillerine düşen görev de, Gök Tanrı dininin gerçek mahiyetini öğrenmek; Türk din geleneğine dair unsurları yine akıl rehberliğinde yorumlayarak Türk Müslümanlığına kattıkları değerlerin hakkını verebilmektir.

Başa dön