Prof. Dr. Fahameddin BAŞAR
Malum olduğu üzere Arapça’da fetih “açma, yol gösterme, hüküm verme, galibiyet ve zafere ulaştırma” anlamlarına gelmektedir. Müslümanlar İslâm dinini yaymak için birçok fetih yapmışlardır. Mekke’nin fethi, Kudüs’ün, Endülüs’ün, Anadolu’nun fethi İslâm tarihinin dönüm noktalarındandır. Şüphesiz İslâm fetihlerinin en önemlilerinden birisi Sultan II. Mehmed’in 29 Mayıs 1453 tarihinde gerçekleştirmiş olduğu İstanbul’un fethi olayıdır. Bu fetihle birçok imparator, sultan ve hükümdarın hayallerini süsleyen Konstantinopolis, İstanbul adıyla bir Türk-İslâm şehri olmuş ve o sırada yirmi bir yaşında olan Sultan II. Mehmed haklı olarak “Fâtih” unvanını almıştır.
Bulunduğu yerin jeopolitik ve stratejik önemi yanında tabii güzellikleriyle de dikkat çeken İstanbul, kurulduğu tarihten itibaren birçok defa ele geçirilmek istenmiş; bu amaçla Avarlar, Ruslar, Bulgarlar, Müslüman Araplar ve Türkler tarafından defalarca kuşatılmış; ancak Fatih Sultan Mehmed’in son kuşatması öncesindeki teşebbüslerin hepsi üç tarafı suyla çevrilmiş olan şehrin sağlam surlara sahip oluşu dolayısıyla sonuçsuz kalmıştır.
Bizans/Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti ve Hıristiyanlığın Doğu’daki merkezi olan İstanbul’un fethi Müslümanlar için özel bir öneme sahipti. Hz. Peygamber, sekiz asır önce bu şehrin muhakkak fethedileceğinin müjdesini vermişti. Bu müjdeye nail olmak isteyen Müslüman Araplar, İslâm Devleti kurulur kurulmaz İstanbul’a yönelik harekâta girişmişler surlar önüne kadar gelerek şehri karadan ve denizden kuşatmaya başlamışlardı. İstanbul’un fethine yönelik Emeviler döneminde üç, Abbasiler zamanında ise bir kuşatma gerçekleşmiş, ancak İslâm ordularının bu ilk kuşatmalarından bir netice alınamamış, Ortaçağın en müstahkem savunma hattı olan şehir surları İstanbul’u her defasında korumuştu.
İstanbul Osmanlı Türkleri için de ele geçirilmesi düşünülen bir “kızıl elma” idi. Orhan Bey zamanında Üsküdar’a kadar gelen Osmanlılar, İstanbul’un fethinden bir asır kadar önce Rumeli’ye de geçmişler ve Bizans İmparatorluğu’nun başkentini Batı’dan da abluka altına almışlardı. Sultan I. Murad zamanında ise Ortaçağın en büyük devletlerinden olan Bizans İmparatorluğu Osmanlı Devleti’ne tabi olan bir şehir imparatorluğu haline düşmüştü. Anadolu ve Rumeli topraklarını birleştirerek merkezi bir devlet kurmak isteyen Yıldırım Bayezid ise Türk toprakları ortasında bir ada gibi kalmış olan bu şehri fethetmek istemiş ve iki defa surlar önüne gelerek kuşatmıştı. Fakat birincisinde Haçlıların Tuna’yı geçip Niğbolu’ya gelmesi ve ikincisinde de Timur’un Anadolu’ya girmesi üzerine bu kuşatmaları kaldırmak zorunda kalmıştı. İstanbul, Osmanlı Devleti’nde Ankara Savaşı’ndan sonra karışıklık içinde geçen Fetret Devri’nde bile Musa Çelebi tarafından kuşatılmış, Fatih Sultan Mehmed’den önceki son kuşatma ise babası II. Murad’ın saltanatının başlarında, 1422 yılında gerçekleşmişti.
Sultan II. Mehmed 1451’de babasının ölümü üzerine ikinci defa tahta çıktığında ilk hedefinin İstanbul’u fethetmek olduğunu açıklamış, bu amaçla hazırlıklar yapmaya başlamıştı. II. Mehmed’in saltanatının devamı ve devletinin bekası için bu fetih gerekli idi. Çünkü Osmanlı Devleti topraklarının ortasında bulunan İstanbul merkezli Bizans İmparatorluğu’nun varlığı büyük bir tehdit oluşturuyordu. Üstelik o sırada İstanbul’da Osmanlı hanedanından olan Orhan Çelebi isminde bir taht iddiacısı bulunuyor ve Bizanslılar, kritik zamanlarda bu şehzadeyi serbest bırakmakla tehdit ediyordu. Nitekim bu şehzade II. Mehmed’in ilk hükümdarlığı sırasında serbest bırakılmış ve Rumeli’de taht iddiasında bulunmuş; II. Mehmed 1451’de ikinci defa tahta çıktığında da İmparator XI. Konstantinos Palaiologos şehzadeyi serbest bırakmakla tehdit etmişti. Ayrıca Bizanslılar Osmanlılara karşı Haçlı seferi düzenlenmesi için devamlı olarak Batı’dan talepte bulunuyor ve Avrupa devletlerini kışkırtıyordu.
Sultan II. Mehmed bütün bu sebeplerle tahta çıkar çıkmaz Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın barış siyasetine rağmen İstanbul kuşatması için hazırlıklar yapmaya başlamıştı. Bir yandan Doğu ve Batı’daki komşularıyla anlaşmalar yapıyor, bir yandan da kuşatma için kara ve deniz kuvvetlerini hazırlıyordu. Genç Sultan II. Mehmed, İstanbul’un son kuşatma öncesindeki hazırlıkların ilki olarak İstanbul Boğazı’nda, Anadoluhisarı’nın karşısına Rumelihisarı’nı yaptırdı. 1452 yılı baharında başlayan hisarın inşası Ağustos’ta tamamlanmış, böylece Osmanlı ordusunun Anadolu’dan Rumeli’ye geçişi için önemli bir üs elde edildiği gibi Bizans’a Karadeniz üzerinden gelebilecek iaşe ve mühimmat yardımının da önüne geçilmiş idi.
Rumelihisarı’nın inşasından sonra surları inceleyen Sultan Mehmed payitaht Edirne’ye dönerek hazırlıklarını hızlandırdı. Bir yandan surları yıkacak büyük toplar dökülüp mancınıklar hazırlanırken bir yandan da Gelibolu tersanesinde gemiler inşa ediliyordu. Nihayet bütün hazırlıklar tamamlanınca 26 Mart’ta ordu Edirne’den hareket etmiş ve 5 Nisan’da surlar önüne gelinmişti. Topkapı-Edirnekapı surları önünde karargâhını kuran Sultan II. Mehmed 6 Nisan günü, İslâmî geleneğe uygun olarak İmparator XI. Konstantinos’a elçi göndererek şehrin teslimini istemiş ancak teklifi kabul edilmeyince kuşatmayı başlatmıştı. İstanbul’un 53 gün sürecek olan bu son kuşatması sırasında Osmanlı topçuları surları dövüyor, okçular müdafileri ok yağmuruna tutuyor, lağımcılar surların altından tüneller açarak içeri girmeye çalışıyordu.
İmparator XI. Konstantinos, Rumelihisarı’nın inşasından sonra şehrin kuşatılacağını anlamış ve savunma hazırlıkları yapmıştı. Batı’dan yardım talebinde bulunmuş, surları tamir ettirerek hendekler üzerindeki köprüleri kaldırmış, yeterli miktarda yiyecek depolayıp şehrin kapılarını kapatmıştı. İmparatorun daveti üzerine 700 kadar şövalye ile gelen Cenevizli Giustiniani savunma komutanlığını üzerine almış, Haliç limanının girişi zincirle kapatılmıştı. Türk topçusunun hücumlarıyla surlarda açılan gedikler derhal kapatılıyor, açılan tüneller tespit edilerek kapatılıyordu. Kuşatmanın ilk günlerinde Türk donanması zinciri kırıp Haliç’e girmeye teşebbüs etmişse de başarılı olamamıştı. 20 Nisan’da Bizans’a yardım için gelen 2 Ceneviz gemisi ile bir Bizans gemisini durdurmaya çalışan Osmanlı donanması arasında Boğaz önlerinde yapılan ilk deniz savaşında da Türk donanması yenilgiye uğramış, Sultan Mehmed bu mağlubiyet üzerine donanma komutanını görevden almıştı. Bu mağlubiyet Osmanlı ordusu arasında büyük bir moral bozukluğuna sebep olduğu gibi Sadrazam Halil Paşa da Batı’dan büyük bir Haçlı ordusunun geleceğini ileri sürerek kuşatmanın kaldırılması yönündeki ısrarını yenilemişti. Sultan II. Mehmed ise kararlıydı ve hocası Akşemseddin’in de manevi desteği ile kuşatmaya devam kararı aldı. Sultan Mehmed, deniz mağlubiyetinin yaşandığı bu sırada, hazırlıkları önceden yapılmış olan, gemilerin karadan yürütülerek Haliç’e indirilmesi olayını gerçekleştirdi. 21 Nisan sabahında Türk donanmasını Haliç’te gören Rumlar şaşkına uğramış, Osmanlı askerinin ise morali düzelmişti. Bu sırada Bizans donanması Haliç’te bulunan Türk donanmasını yakma teşebbüsünde bulunmuş ise de başarılı olamamıştı. Böylece kara surlarına göre daha zayıf olan Haliç surlarından da hücumlar başlamış, Bizanslılar kara surlarındaki kuvvetlerinin bir kısmını Haliç surlarını savunmak için o cepheye yönlendirmek zorunda kalınca kara surlarının mukavemet gücü zayıflamıştı. Sultan Mehmed kuşatmanın uzaması üzerine 25 Mayıs’ta Bizans imparatoruna bir kez daha elçi göndererek can kaybı ve tahribatı önlemek için şehri teslim etmesini, kendisinin ve ailesinin Mora’ya gitmesine izin verileceğini söylemiş ancak Bizanslılardan şehri teslim etmek isteyenler olmuşsa da surların sağlamlığına güvenen ve Batı’dan yardım geleceğini ümit eden imparator bu teklifi de kabul etmemişti. Kuşatmanın uzaması ve Avrupa’dan yardım gelecek endişesi Osmanlı ordusunu zor duruma sokmuştu. Zira bir Venedik donanması Ege’ye gelmiş, Osmanlı ordusu arasında Macarlar’ın yardıma gelmekte olduğu haberleri dolaşmaya başlamıştı. Veziriazam Çandarlı Halil Paşa, baştan beri savunduğu kuşatmayı kaldırma fikrinde ısrar ediyordu. Padişahın yanında olan Zağanos Paşa, Şehabeddin Paşa, Turahan Bey ve Akşemseddin ise kuşatmaya devam edilmesini istemekteydiler.
Bunun üzerine Sultan Mehmed harp meclisini toplayarak genel hücum kararı almış ve hazırlıkların ona göre yapılmasını istedi. Askere, şehir fethedildiğinde üç gün yağma izni verildiği duyuruldu. 25-26 Mayıs’da son hücum için büyük hazırlıklar yapıldı. Ertesi gün dinlenen ordu, 28-29 Mayıs gecesi şenlikler yapıp etrafı mum donanmasıyla aydınlattı. Gece yarısına doğru surları gündüz gibi aydınlatan ve şehirdekileri korku içinde bırakan bu ışıklar birden bire söndürülerek son hazırlıklar tamamlandı. İstanbul’un fethiyle sonuçlanacak olan son hücum 29 Mayıs sabahının erken saatlerinde başladı. Kara ve deniz surlarına yapılan bu son genel hücum sırasında Topkapı surlarında açılan gediklerden şehre girmeye başlayan Türk askerleri şehir içinde ilerlemeye başlamış, böylece Bizans İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul 29 Mayıs 1453 Salı günü öğleye doğru fethedilmişti. Artık Bizans’ın Konstantinopolis’i Türkolopolis olmuş, Sultan II. Mehmed “Fâtih” unvanını almış, ayrıca “Ebü’l-feth” (Fetih Babası) olarak da anılmaya başlamıştı. Kuşatma boyunca savunma kuvvetlerinin komutanlığını yapan Cenevizli Giustiniani yaralanınca gemi ile kaçmış, Bizans’ın son imparatoru XI. Konstantinos Palaiologos ise şehrin Türklerin eline geçtiğini görünce bir gemi ile şehirden ayrılmak için Haliç limanına gitmeye çalışırken yaptığı çarpışmada hayatını kaybetmiş, böylece Bizans İmparatorluğu son bulmuştu.
Fetih günü öğle vaktinde atı üzerinde Topkapı’dan İstanbul’a giren Fatih Sultan Mehmed doğruca şehrin merkezine doğru ilerlemiş ve Ayasofya önüne geldiğinde atından inerek secdeye kapanmış, Hz. Peygamberin müjdesine nail olmanın mutluluğuyla bu büyük fethi gerçekleştirdiği için şükretmişti.
İstanbul’un fethi ile Osmanlı Devleti’nin Avrupa ve Asya kıtasındaki toprakları bütünleşmiş, dünya tarihinin en uzun ömürlü imparatorluğu olan Bizans İmparatorluğu son bulmuştu. Bu fetihle bir çağ kapanıp yeni bir çağ başlamış, Osmanlı Devleti gerçek anlamda bu fetihle birlikte kurulmuştu.
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi aslında bu şehir için bir kurtuluş olmuştu. Çünkü Sultan Mehmed şehrin eski sahipleri ile yeni sakinlerinin bir arada huzur içinde yaşaması için gayret etmiş, Ayasofya içinde toplanarak korku içinde bekleyen papazlara ve halka korkmamalarını, can ve mallarının güvende olduğunu ilan etmiş, Türk hoşgörü ve adaletinin en güzel örneğini göstermişti. Daha sonra, Papalık ile birleşmeye karşı olan Gennadios’u patrik olarak atamıştı. Aynı hoşgörü Galata’da yaşayan Cenevizlilere de gösterilmişti. Oysa İstanbul, 1204 yılında gerçekleşen Dördüncü Haçlı Seferi sırasında Latinlerin işgaline uğramış ve Ortodoks Bizanslılar Katolik Latinler tarafından acımasız bir şekilde cezalandırılmışlardı. Bu işgal sırasında Latinler “Şehirlerin Kraliçesi” olarak kabul edilen İstanbul’u tahrip ettikleri gibi Bizans İmparatorluğu’nun başkentinde bir Latin Devleti kurmuşlar ve 57 yıl müddetle burada hüküm sürmüşlerdi. Bizanslılar ise İznik’te, Epiros’ta ve Trabzon’da devletler kurmuşlar; bunlardan İznik Bizanslıları 1261’de Latinler’i yenilgiye uğratarak İstanbul’a yeniden sahip olmuşlardı. Ancak Latinler, İstanbul’dan ayrılırken taşıyabildiklerini Avrupa’ya götürmüşler ve şehri ateşe vererek tahrip etmişlerdi. Fatih Sultan Mehmed ise İstanbul’u savaşarak fethetmiş olmasına rağmen şehrin tahrip olmasını istememiş ve fetihten hemen sonra imar ve iskân faaliyetine başlamıştı. Fatih’e göre fetih, bir beldenin sadece ele geçirilmesi değil, her yönüyle ihya edilmesi demekti. Bunun içindir ki, vakfiyesinde İstanbul’un fethini küçük fetih, şehrin imarını ise büyük fetih olarak adlandırmıştı. Fatih Sultan Mehmed’in en büyük arzusu “pây-i tahtım İstanbul’dur” dediği bu şehrin nüfusunu artırarak siyasi başkent oluşunun yanında ticaretin ve kültürün de merkezi olmasını sağlamaktı. Bunu gerçekleştirmek için de imar ve iskân faaliyetlerine çok önem vermiş, hayatının sonuna kadar İstanbul’un şenlenmesine çalışmıştır.
Sultan Mehmed fetih günü Ayasofya’nın kubbesine çıkarak şehri incelemiş ve Latin hâkimiyetinden sonra bir daha eski görkemine ulaşamayan İstanbul’un harap vaziyetini görünce çok üzülmüştü. Üstelik Bizans’ın son yıllarında şehrin nüfusu daha da azalmış, son kuşatma öncesinde de kaçanlar olmuştu. Sultan Mehmed, şehirden ayrılmış olan Rumların geri dönmesini, ayrıca Anadolu ve Rumeli’den Türk ve gayrimüslimlerden gönüllü olarak şehre gelenlere evler, bahçeler tahsis edilmesini istemişti. Ancak gönüllü olarak gelenlerle şehrin nüfusu istediği gibi artmayınca zorunlu iskân uygulanmış, Anadolu ve Rumeli’den birçok ailenin İstanbul’a gelmesi planlanmıştı. Bu iskân sırasında farklı yerlerden gelenler hep bir arada oturmaya gayret ediyorlar, böylece geldikleri yerin adıyla anılan yeni mahalleler kuruyorlardı. Nitekim Karaman’dan gelenler şimdiki Karaman bölgesini, Aksaray’dan gelenler Aksaray’ı, Çarşamba’dan gelenler Çarşamba semtini, Üsküp’ten gelenler Üsküplü mahallesini, Yenişehr-i Fenar’dan gelenler Fener mahallesini, Söke yakınlarındaki Balat’tan gelenler Balat mahallesini meydana getirmişlerdi. Bu iskân sırasında Arnavutlar, Ermeniler ve daha başka milletlerden de gelenler olmuş, İstanbul’un nüfusu kısa zamanda artmıştı. Fetihten yarım asır kadar sonra İstanbul bir dünya kenti haline gelmiş ve şehrin nüfusu Paris’in, Venedik’in nüfusunu geçmişti.
İstanbul fatihi Sultan II. Mehmed, fetihten hemen sonra şehirde güvenlik ve asayişi sağlamış; Karışdıran Süleyman Beyi subaşı, Hızır Çelebi’yi kadı olarak görevlendirmişti. İskân faaliyetiyle birlikte şehrin imarını da başlatmış, önce surlar onarılırken kendisi ve devlet adamları tarafından birçok mimari eser inşa edilmiştir. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’daki ilk eseri kuşatma öncesinde inşa olunan Rumelihisarı’dır. Fetihten sonra ise Ayasofya’yı camiye tahvil etmiş, 1 Haziran 1453 tarihindeki ilk Cuma namazını burada kılmıştır. Daha sonra kendisi için bir saray yapılmasını istemiş ve bugün İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu yerde bir saray yapılmıştır. Topkapı Sarayı’nın (Saray-ı Cedid) inşasından sonra Eski Saray (Saray-ı Atik) olarak anılan bu sarayın, Topkapı Sarayı’nın inşasından sonra önemini kaybetmiş ve vefat eden veya tahttan indirilen sultanların ailelerinin ikamet ettiği yer olmuştur. Marmara Denizi, Haliç ve İstanbul Boğazı’na hâkim bir tepede 1465-1478 yılları arasında inşa olunan Saray-ı Cedid (Topkapı Sarayı) ise asırlarca Osmanlı Devleti’nin yönetim merkezi olmuştur.
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’daki ilk eserlerinden birisi de Emeviler dönemindeki ilk kuşatma sırasında surlar önünde vefat eden Ebȗ Eyyȗb el-Ensârî’nin kabrinin bulunduğu yere bir türbe ve cami inşa ederek Eyüp Sultan Külliyesini ve semtini kurmuş olmasıdır. Yine bu sırada Vefa semtinde de Şeyf Vefa Külliyesi inşa olunmuştur.
Padişah bu ilk inşa faaliyetiyle birlikte şehirdeki ticareti canlandırmak için bugünkü Kapalıçarşı’yı (Bedestân) inşa ettirmiştir. Padişah daha sonra vezirlerine de şehrin değişik yerlerinde imar faaliyetinde bulunmalarını emretmiş ve böylece Mahmud Paşa, Murad Paşa, Davud Paşa, Gedik Ahmed Paşa, Rum Mehmed Paşa tarafından büyük külliyeler inşa olunmuştur.
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’daki en büyük eseri ise kendi adıyla anılan Fatih Külliyesi’dir. Fetihten on yıl sonra başlayan bu külliyenin inşası yedi yıl sonra, 1470’de tamamlanmış olup İstanbul’un ilk selatin külliyesidir. İstanbul’un silüetini ve kimliğini değiştiren bu eser şehrin dinî, sosyal ve eğitim merkezi olarak düşünülmüş, merkezinde yer alan caminin kuzeyinde ve güneyinde sekiz medrese (Semaniye Medreseleri) inşa edilmiştir. Külliyede cami ve medreselerden başka dârü’t-talim (ilkokul), kütüphâne, dârü’ş-şifa (hastahâne), imâret (han) ve türbe bulunuyordu.
Fatih Sultan Mehmed, eğitim faaliyetlerine de çok önem vermiş şehirdeki ilk medreseyi Ayasofya’da açmıştı. Daha sonra şehirdeki sekiz camide daha medrese olmasını istemiştir. Kendisi, Eyüp Sultan Camii’ni inşa ettirdiği zaman burada da bir medrese yaptırmıştır. Şehrin en büyük medresesi ise kendi külliyesi içindeki Semaniye Medreseleri’dir.
Fatih Sultan Mehmed, camiye dönüştürdüğü Ayasofya ve diğer eserler ile inşa ettirdiği Eyüp Sultan ve Fatih Külliyesi’nin hizmetlerini sürdürüp yaşaması için zengin vakıflar kurmuş ve bu vakıflara gelirler tahsis etmiştir. Aynı şekilde vezirleri ve devlet adamları tarafından kurulan külliyeler sayesinde İstanbul bir Türk-İslam şehrine dönüşmüş ve bütün bu eserler vakıf müessesesi sayesinde asırlarca hizmetlerini sürdürmüşlerdir. Fatih döneminde İstanbul’da 6 büyük külliye, sur içinde 163, Kasımpaşa’da 5, Galata’da 5, Boğaziçi’nde 6 ve Üsküdar’da 5 cami yapılmıştır. Bu dönemde faaliyet gösteren medrese sayısı 20’yi geçmiş; ayrıca 32 hamam, 2 büyük saray, 7 aşhane, 10 han ve kervansaray ile 28 çarşı yapılmıştır.
Bugün İstanbul Fatih döneminin hatırasıyla doludur. Fethin habercisi Rumelihisarı Boğaziçi’nde şehre girenleri selamlamaktadır. Fethin sembolü olan Ayasofya Camii Topkapı Sarayı’nın girişinde şehrin silüetini süslemektedir. Hz. Eyyȗb el-Ensârî’nin türbesi ve külliyesinin bulunduğu Eyüp Sultan semti İstanbul’un manevi merkezidir. Fatih Külliyesi ve semti, Topkapı Sarayı, Şeyh Ebü’l-Vefa, Molla Zeyrek, Akşemseddin, Molla Fenari, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Nişancı, Mahmud Paşa, Murad Paşa, Gedik Paşa, Davud Paşa’nın adlarını taşıyan semt ve mahalleleri İstanbul’un Fatih döneminden kalan mirasıdır. İstanbul fâtihi Sultan Mehmed’in adı şehrin her köşesinde yaşamaktadır. Bu vesileyle fethinin 568. yılında bu güzel şehri bize miras bırakmış olan Fatih Sultan Mehmed ve ahfadını rahmet ve şükranla anıyoruz.
Seçilmiş Kaynakça
Halil İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, I, Ankara 1954.
Halil İnalcık, İki Karanın Sultanı, İki Denizin Hakanı, Kayser-i Rum Fâtih Sultan Mehemmed Han, İstanbul 2019.
Feridun Emecen, Fetih ve Kıyamet 1453 İstanbul’un Fethi ve Kıyamet Senaryoları, İstanbul 2012.
Düşten Fethe İstanbul, Editör: Coşkun Yılmaz, İstanbul 2015.
Mahmut Ak – Fahameddin Başar, İstanbul’un Fetih Günlüğü, 4. Baskı, İstanbul 2018.
Erhan Afyoncu, Bir Cihan Hükümdarı Fatih Sultan Mehmed, İstanbul 2018.