TÜRKKAB BULUŞMALARI 10

19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı Programı
ATATÜRK’Ü ANLAMAK
Sunuş
Dr. Öğr. Üyesi Dilara Uslu (Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi)
Konuklar
Bir Asır Sonra Atatürk’ün İzinde
Prof. Dr. Enis Şahin (Sakarya Üniversitesi)
Atatürk ve Türk Gençliği
Demet Güngör (İngilizce Öğretmeni)

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN KURUCUSU ATATÜRK’ÜN ANNESİ ZÜBEYDE HANIM

Dr. Öğretim Üyesi Dilara USLU

Zübeyde Hanım, Selanik’e bağlı Langaza Kasabası’nda 1857 yılında doğmuştur. Ailesi II. Mehmed zamanında Karaman’dan Rumeli’ye göçen Yörüklerdendir. Aile Karaman’dan gelerek önce Selanik ile Manastır’ın arasında bulunan Vodina Sancağı’na bağlı “Sarıgöl” de denilen “Kayalar” nahiyesine sonradan da Selanik yakınlarında bugün de kaplıcaları ile meşhur Langaza’ya yerleşmiştir. Babası Langaza Kasabası’nda çiftçilik ve ticaret yaparak geçimini sağlayan Feyzullah Efendi’dir. Annesi ise “Molla Hanım” olarak anılan Ayşe Hanım’dır. Feyzullah Efendi ile Ayşe Hanım’ın, Zübeyde, Hasan ve Hüseyin adlarında üç çocuğu olmuştur. Zübeyde Hanımın çocukluğu ve genç kızlığı hakkında fazla bilgiye sahip değiliz sadece 1871 yılında Selanikli orta halli bir aileden gelen Hafız Ahmet Efendi’nin oğlu Ali Rıza Efendi ile evlenmiştir.

Ali Rıza Efendi, Zübeyde Hanım ile evlendiğinde Selanik’te Yenikapı Mahallesinde oturuyor, Osmanlı Devleti’nin Yunanistan sınırındaki Olimpos Dağı eteklerindeki Papaz Köprüsü denilen bölgede gümrük muhafaza memuru olarak çalışıyordu. Geçim sıkıntısı nedeniyle memurluktan ayrılan Ali Rıza Efendi, kereste ticaretine başlamış ancak asayiş sorunları nedeniyle bu işi bırakıp tuz ticareti yapmaya başlamıştır. Beklediğini bulamayan Ali Rıza Efendi’nin sağlığı bozulmuş, 1888 yılında 47 yaşında vefat etmiştir. Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım’ın, Fatma (l871-1875), Ahmet (1874-1883), Ömer (1875-1883), Mustafa (188l-1938), Makbule (1885-1956) ve Naciye (l889-190l) isminde altı çocukları olmuştur. Ancak Makbule ve Mustafa’nın dışındaki çocukları küçük yaşta hastalanarak vefat etmiştir. Zübeyde Hanım, güçlü bir iradeye sahip, muhafazakâr ve geleneklerine bağlı bir kadındır. Yaşadığı dönemdeki kadınların okuma yazma oranının çok düşük olduğu dikkate alındığında okuma yazma bilmesi ve bilge bir kişiliğe sahip olması nedeniyle çevresi tarafından “Zübeyde Molla” diye hitap edilmiştir.

Eşi Ali Rıza Efendi’nin ölümünden sonra maddi sıkıntılar çeken Zübeyde Hanım, Selanik’e Mora’dan gelerek yerleşen göçmenlerden biri olan Ragıp Efendi ile ikinci bir evlilik yapmış, bu evlilikten çocuğu olmamıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın orduya katılarak çeşitli cephelerde savaşması, annesi için endişeli ve sıkıntılı günlerin başlangıcı olmuştur. Mustafa Kemal Paşa, bir yandan annesini teselli eden mektuplar yazarak, annesinin üzüntü ve endişelerini azaltmaya çalışmış, diğer yandan da İstanbul’daki arkadaşları vasıtasıyla ailesinin durumunu yakından takip etmiştir.

Balkan Savaşları sırasında Selanik’in Yunanlar tarafından ele geçirilmesi üzerine İstanbul’a taşınmak zorunda kalan Zübeyde Hanım, Beşiktaş-Akaretler’de bir eve yerleşmiştir. Ard arda gelen savaşlarda aldığı cephe görevleri nedeniyle annesinin yanında fazla kalamayan ve onunla pek vakit geçiremeyen Mustafa Kemal Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde görevliyken tanıdığı öksüz çocuklardan biri olan Abdurrahim’i evlat edinerek onun yanına bırakmıştır. Küçük Abdurrahim, Zübeyde Hanım’a “anne”, Makbule ve Fikriye Hanım’a “abla” diye hitap etmiş ve her zaman ailenin bir üyesi olarak kabul edilmiştir.

Dokuzuncu Ordu Müfettişliği’ne atanan Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a hareket edeceği için annesiyle vedalaşmaya gitmiştir. Mustafa Kemal Paşa, gönlünde hep bir endişe taşıyan annesi Zübeyde Hanım’a bu durumu açıklarken çok zorlanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, “Anne, ben yarın Anadolu’ya gidiyorum. Selanik nasıl elden gittiyse buralar da öyle olabilir. Ne elimden gelirse onu yapacağım. Fakat bu işte tehlike çoktur. Hesapta ölmek, gidip gelmemekte vardır. Bana hakkını helal et!.. “ diye konuşunca annesi bir hayli etkilenmiş, oğlu için büyük endişe duyması kalp krizi geçirmesine sebep olmuştur. Dr. Rasim Ferit (Talay)’in zamanında müdahalesi sayesinde Zübeyde Hanım kendine gelince Mustafa Kemal Paşa, ertesi gün annesinin elini öpmüş ve yola çıkmıştır. Zübeyde Hanım İstanbul’da kalmış, İtilaf devletlerinin çeşitli baskılarıyla karşılaşmıştır. Gece-gündüz daima evine yapılan baskınlar ve oğlu Mustafa Kemal Paşa için duyduğu kaygılar, sağlık durumu zaten iyi olmayan Zübeyde Hanım’ı iyice yıpratmıştır. Bunu fark eden Mustafa Kemal Paşa, 1920 yılının sonlarına doğru İnebolu yoluyla annesini Ankara’ya getirmek istemiş, ancak Zübeyde Hanım’ın hastalığının artması nedeniyle bir süre için bu yolculuktan vazgeçilmiştir. O zor günlerde Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da yaşayan annesine sık sık mektuplar yazmış, annesinin sağlığı ile ilgili gelişmeleri de yakından takip etmiştir. Fakat Mustafa Kemal ile ilgili idam edildiği, öldürüldüğü şeklinde şayialar kulaktan kulağa dolaşmaya başlayınca, Zübeyde Hanım o günlerde kendisini ziyarete gelen Mustafa Kemal Paşa’nın emir erini karşısında görünce felç geçirmiştir. Mustafa Kemal Paşa, kısmi felç geçiren Zübeyde Hanım ile kız kardeşi Makbule’yi, Büyük Taarruz hazırlıklarının yapıldığı sırada Ankara’ya getirmeye karar vermiştir. Fakat işgal altında olan İstanbul’dan annesinin Ankara’ya gelmesi çok kolay bir iş değildir. Mustafa Kemal Paşa güvendiği kişileri İstanbul’a göndererek annesinin İzmit’e geçmesini sağlamıştır. Sağlığı biraz daha düzelmiş olan Zübeyde Hanım, yolculuk yapabilecek kadar iyileşince, Adapazarı’na geçip orada Askerlik Şube Başkanı Baha Bey’in evinde misafir edilmiştir. 14 Haziran 1922 tarihinde Adapazarı’na gelen Mustafa Kemal Paşa, burada annesi ve kız kardeşi ile görüşmüştür. Kocaeli Bölgesi’nde incelemelerde bulunan Mustafa Kemal Paşa, annesi ile birlikte 24 Haziran 1922 tarihinde Adapazarı yoluyla Ankara’ya hareket etmiştir. Zübeyde Hanım Çankaya’da bir bağ evine yerleşirken Makbule Hanım ise İstanbul’a, eşinin yanına geri dönmüştür. Zübeyde Hanım, 17 Aralık 1922’de İzmir’e gidene kadar Ankara’da kalmıştır. Zübeyde Hanım için, uzun süre ayrı kaldığı oğlu Mustafa Kemal ile bir arada olmak mutluluk verici olmuş; fakat ayaklarındaki ağrılar gittikçe dayanılmaz derecede acı vermeye başlamıştır. Ayrıca seker hastalığı da gözlerini etkilemeye başlamıştır.

Lord Kinross, Atatürk adlı eserinde, Zübeyde Hanım hakkında şu bilgilerden bahsetmektedir:   

“…Düzgün, beyaz bir teni, derin ama berrak açık mavi gözleri vardı. Zübeyde Hanım güçlü bir iradeye ve sağlam bir güzelliğe sahipti. Doğuştan akıllı bir kadındı.”

Rahatsızlığının artması ve doktorların “Hastalığın Ankara’da tedavi edilemeyeceğini ve mutlaka sahilde ikâmet etmeleri gerektiğini” söylemesi üzerine Zübeyde Hanım’ın İzmir’e gönderilmesine karar verilmiştir. Bu İzmir seyahati Zübeyde Hanım için hem tedavi sürecinin başlamasına hem de aynı zamanda müstakbel gelin adayı Latife Hanım’ı yakından tanımasına vesile olmuştur. Mustafa Kemal Paşa bir gece Salih (Bozok) Bey’e şu emri vermiştir; “Doktorların gördükleri lüzum üzerine annemi İzmir’de tedavi ettirmek üzere oraya götürmek zarureti hasıl olmuştur. Binaenaleyh sen yarın buradan otomobille Konya’ya oradan da trenle İzmir’e hareket edersin. İzmir’de Vali Bey’le görüşerek validemin ikamet edebileceği münasip bir ev bulup ve onu döşettikten sonra bana bilgi verirsin. Ben de Validemi oraya gönderirim. Yalnız bulacağınız ev, terk edilmiş Rum mallarından olmasın.”

İzmir’e gelen Salih Bey, Latife Hanım’ın görevlendirdiği Ahmet Ağa tarafından karşılanmış ve ertesi gün Latife Hanım ve Salih Bey, Vali Abdülhalik Bey ile Hükümet Konağı’nda görüşmüşlerdir. Bu görüşmede Latife Hanım, Karşıyaka’da sanatoryum gibi bir köşkleri olduğunu söylemiştir. Zübeyde Hanım, yapılan hazırlığın ardından İzmir’e doğru yola çıkmış, daha önce kendisine bilgi verilen Latife Hanım, misafirleri karşılayarak tren istasyonuna yakın olan Köşk’e götürmüştür. Zübeyde Hanım, İzmir’e evlatlıkları Abdürrahim ile Fatma, Ali Çavuş ve Mustafa, Yaver Salih Bey ve eşi Pakize ile doktoru Yüzbaşı Asım ile gelmiştir. Mustafa Kemal’in isteği ile Uşakîzadelerin akrabası Tevfik Rüştü (Aras) da bu yolculukta Zübeyde Hanım’a eşlik etmiştir.

Latife Hanım, Zübeyde Hanım’ın vefatına kadar da yanından ayrılmayarak, ona büyük bir itina ve ihtimam ile bakmıştır. Her gün Zübeyde Hanım’ı ziyaret etmiş, yemek ve bakımı ile ilgilenmiştir. Latife Hanım, ayrıca Zübeyde Hanım’ın bakımı ile ilgilenmek üzere bir hastabakıcı, bir hemşire, bir de doktor seçmişti. Bir süre sonra Zübeyde Hanım’ın rahatsızlığı daha da artmıştır. Mustafa Kemal Paşa, annesinin vefatından önce İzmir’e gelememiş, fotoğraf subayı Esat Bey’i İzmir’e göndererek, annesinin fotoğraflarını çektirmiştir. Bu vesile ile bir nebze de olsa annesinin fotoğraflarıyla hasret gidermiştir. Bu fotoğraflar Zübeyde Hanım’ın son fotoğrafları olmuştur.

İpek Çalışlar hem Latife Hanım hem de Atatürk ile ilgili yazdığı biyografi çalışmasında araştırmaları neticesinde bulduğu bilgilere ve özel notlara da yer vermiştir. Bu kitaplarında Zübeyde hanımla ilgili olarak İstanbul Akaretler’de yaşadığı dönemde yazdırdığı vasiyetnamesinde vefatı sonrasında yapılmasını arzu ettiklerini tek tek not ettirdiğini yazmıştır. Zübeyde Hanım vasiyetnamesinde, Beşiktaş’taki Yahya Efendi Haziresine gömülmesini, gömüldükten sonra üçüncü gece dualar okunarak bir akşam yemeği verilmesini, beş adet kurbanın kesilip dağıtılmasını, çeşme yaptırılmasını istemiştir ki bu isteklerden hazireye gömülme isteği haricinde hepsi yerine getirilmiştir.

Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1923 akşamı vefat etmiştir. Bu haber önce Latife Hanım tarafından İzmir Valisi Abdülhalik Bey’e bildirilmiş, maalesef Mustafa Kemal, annesinin cenazesine gidememiştir. O sıralarda Mustafa Kemal Paşa İzmit’e gelmiş, Milli Mücadele’nin yanında yer alan bazı basın mensupları ile burada görüşmüştür. Gazetecilerin isteği üzerine 16 Ocak 1923’te İzmit’te bir basın toplantısı yapılması kararlaştırılmıştır. Aslında Mustafa Kemal Paşa önce Eskişehir’e gelmeyi, bu gezi sırasında savaş sonrası Anadolu’nun nabzını yoklamayı ve daha sonra İzmir’e geçerek annesi ile görüşmeyi planlamıştı. Fakat yolda Zübeyde Hanımın vefat haberini almıştır. Hatta haberi vermekte zorlanan yaverine, “Az önce rüyamda yemyeşil bir ovada anamla el ele geziyorduk. Hep olduğu gibi bir şeyler anlatıyordu. Birden bir fırtına çıktı, bir sel bastırdı, anamı aldı, götürdü. Hiçbir şey yapamadım, Hiç! Hiç!”  Böylece yaverinin söylemekte zorlandığı bu acı haberi Mustafa Kemal Paşa rüyasında gördüğünü söyleyerek anlamıştır.

Hâkimiyet-i Milliye Gazetesinde cenaze merasimi “İzmir’de Muazzam Bir Cenaze Merasimi” başlığı ile verilmiştir. Annesinin cenazesinde bulunamayan Mustafa Kemal Paşa, 27 Ocak 1923 tarihinde İzmir’e gelmiştir. Mustafa Kemal Paşa’yı, Karşıyaka Tren İstasyonu’nda İzmir Valisi Mustafa Abdülhalik (Renda) Bey, İzmir ve Havalisi Kumandanı İzzettin Paşa, Kolordu Kumandanlarından Fahrettin Paşa, İzmir eşrafının ileri gelenleri ve halk karşılamıştır. Mustafa Kemal Paşa, büyük bir kalabalık eşliğinde yürüyerek annesinin defnedildiği Ferik Osman Paşa Camii’ne gitmiştir. Annesi Zübeyde Hanım’ın, Karşıyaka’da Osman Paşa Camii avlusundaki mezarının başına giderek, yanındakilere şöyle demiştir:

“Annem ölmüş, bu hazin hakikat karşısında benim için teselliye sebeb bir nokta var; kurtuluşu, hepimiz için, bütün millet için bir gaye-i emel ifade eden bu güzel İzmir’in mukaddes topraklarında gömülmüş olması…”

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu göremeyen Zübeyde Hanım 66 yıllık ömründe çok zorluklar çekmiş, İmparatorluğun yıkılışına ve oğlunun liderliğinde Türk milletinin gerçekleştirdiği Milli Mücadele’ye tanıklık etmiştir. Kaderin cilvesidir ki gözyaşları ile ayrıldığı memleketi Selanik’e benzerliğinden dolayı “ikiz kardeşi” olarak nitelendirilen İzmir’de ebedi âleme gözyaşları ile uğurlanmıştır. Selanik’i tekrar göremese de mezarı, kurtuluşun simge şehirlerinden olan İzmir’de bulunmaktadır. Bu vesile ile bir milletin küllerinden doğuşunda çok büyük hizmeti olan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ı saygı ve rahmetle anıyoruz. Ruhu şad olsun!

102. YILINDA MİLLİ MÜCADELE VE ATATÜRK

Doç. Dr. Münevver Ebru ZEREN

Türk tarihindeki en çetin milli bağımsızlık mücadelesini bundan tam 102 yıl önce başlatan ve bağımsızlığına kavuşturduğu milletini ülkesinde tek hakim güç kılmak için Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Ulu Önderimiz Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, her zaman olduğu gibi, bu seneki 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nda da sonsuz bir sevgi, saygı, minnet, özlem ve rahmetle  anıyoruz. Ne mutlu ki milli ve evrensel değerlere dayanan ilkeleri ve inkılapları ile, yalnızca Türk milletinin değil, dünya milletleri ve liderlerinin derin bir saygı ile andıkları üstün niteliklere sahip olan; bize daima akıl ve bilim rehberliğinde ilerlemeyi salık veren; kurduğu Cumhuriyetin temellerini yüksek Türk kültürüne dayandıran; çocukları, kadınları, gençleri ve köylüleri baş tacı eden eşsiz bir lidere sahibiz ve onun gösterdiği yolda ilerlemeye and içmişiz… Ulu Önderimiz Atatürk başta olmak üzere Atatürk’ün silah arkadaşlarının, Milli Mücadele sırasında kaybettiğimiz tüm şehitlerimizin ve gazilerimizin haklarını ödeyemeyiz, ruhları şad olsun…

102. yılını kutlama şansına erdiğimiz bu tarihi günlerde Milli Mücadele’nin niçin dünyada eşi benzeri olmayan bir Bağımsızlık Savaşı olduğunu tekrar hatırlamamız ve vurgulamamız gerekiyor. I. Dünya Savaşı’nı Almanya’nın yanında yenik bitiren Osmanlı Devleti’nin İtilaf Devletleri ile 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi’ni imzalaması; ülkenin askeri gücünü, ulaşım ve haberleşme sistemlerini, ekonomik kaynaklarını kullanılamaz hale getirmiş ve vatanın işgaline resmi bir dayanak hazırlamıştı. Kasım 2018’de Musul ve Halep’in İngilizler’e bırakılmasının ardından 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar İzmir’e çıkmışlardı. Yurdun güney, doğu ve güneydoğu cephelerinde bir çok şehrimiz İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar tarafından işgal edilmişti. Azınlıklardan Yunanlılar’ı coşkuyla karşılayan Rumlar’ın yanı sıra Ermeniler ve Kürtler de İtilaf Devletleri’ni bağımsız bir devlet kurma hayali için desteklemişlerdi. Cephede yer almamakla birlikte siyasi toplantı ve anlaşmalarda aktif olarak yer alan Amerika’yı ve Bolşevik ihtilalinden sonra Osmanlı ile barış anlaşması imzalayarak çekilen Rusya idaresinden kurtulan Ermenistan ve Gürcistan’ı da sayarsak Türk milletinin Milli Mücadele’yi tüm yurt sathında “yedi düvele” karşı yürütmesinin dünya tarihinde olağanüstü bir durum olduğunun altını çizmemiz gerekmektedir.

İtilaf devletlerinin Anadolu’yu işgale başlamasıyla birlikte padişah ve hükümetten umduğunu bulamayan Türk milleti “Kuva-yı Milliye” birlikleriyle bölgesel direnişlere, millet ve memleketin hukukunu korumak için kurulan milli cemiyetler ile faaliyetlere başlamıştı.  Ancak bu tepkiler henüz topyekün milli bir teşkilat olmaktan uzaktı. Bu kahraman ordu-milletin şartlar ne olursa olsun  Milli Mücadele’yi kazanacağına inanan ve bu uğurda her şeyi göze almaya hazır olan Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa, Yunan işgalinden 1 gün sonra padişah tarafından Anadolu’da azınlıklara karşı taşkınlık yaptığı öne sürülen Türkler’i yatıştırmak için 9. Ordu Müfettişi  olarak Samsun’a çıkmak üzere görevlendirildiğinde nihayet beklediği fırsatı bulmuştu. İşte Türk tarihinde bir dönüm noktası olan 19 Mayıs’ın Türk tarihi için önemini belki en iyi anlatan Mithat Cemal Kuntay’ın şu dizeleridir:

Bazı biçaredir sıfırlardan

En müselsel asırların sayısı

Bazı bir günde bir asır vardır

Mesela Türk’ün 19 Mayıs’ı”

Milli Mücadelemizi diğer ülkelerin bağımsızlık savaşlarından farklı kılan önemli bir unsur da mücadelenin milletin hukukunu düşmana karşı korumayan ve teslimiyetçi bir tutum izleyen padişah ve hükümetine rağmen yürütülmesidir ki, bu da Mustafa Kemal Paşa’nın yüksek dehası sayesinde siyasi ve hukuki bir zemine oturtulmuştur. Onun yayınlandığı genelgeler ve topladığı kongreler neticesinde milletin seçtiği temsilciler ile önce Temsil Heyeti, meclisin açılışından sonra ise Ankara hükümeti oluşturulmuştur. Misak-ı Milli’nin İstanbul hükümeti tarafından kabul görmesi, İtilaf Devletleri’nin Ankara hükümeti’ni görüşmelere dahil etme ve onunla uzlaşma çabaları atılan adımların ne kadar başarılı ve isabetli olduğunu göstermektedir.  Milli cemiyetler tek çatı altında birleştirilirken askeri mücadele zemininde ise düzenli ordunun kurularak Kuva-yı Milliye’nin yerini alması İnönü Savaşlarında kazanılan zaferlerle meyvelerini vermiştir. 

Milli Mücadelemizi eşsiz kılan diğer önemli unsurlardan biri de içinde gerçekleştiği olumsuz şartlara rağmen tarihi bir zaferle sonuçlanmış olmasıdır. Millet alabildiğine yoksul, Çanakkale Savaşlarında olduğu gibi tamamen donanımlı İtilaf kuvvetlerine karşı savaşan Türk askeri yiyecek, giysi ve cephaneden yoksun idi.  Yunanlılar’a karşı kaybedilen Kütahya-Eskişehir Savaşları’ndan hemen sonra, Sakarya Meydan Savaşı’ndan önce Mustafa Kemal Paşa Başkomutan olarak meclisten olağanüstü yetki istemiş ve  7-8 Ağustos 1921’de Tekalif-i Milliye Kanunu’nu çıkartmıştır. 

Tekalif-i Milliye Emirleri’ne göre; Her ilçede bir Tekalif-i Milliye Komisyonu kurulacak, Halk, elindeki silah ve cephaneyi 3 gün içinde orduya teslim edecek; her aile birer takım çamaşır, birer çift çorap ve birer çarık verecek, karşılığı daha sonra geri ödenmek üzere halkın elindeki yiyecek ve giyecek maddelerinin yüzde kırkına el konulacak; yine tüccarların elindeki her türlü giyim eşyasının yüzde kırkına el konulacak ve bunların karşılığı daha sonra geri ödenecek; her türlü makineli aracın yüzde kırkına el konulacak; halkın elindeki binek hayvanlarının ve taşıt araçlarının yüzde yirmisine el konulacak; sahipsiz bütün mallara el konulacak; tüm demirci, dökümcü, nalbant, terzi ve marangoz gibi iş sahipleri ordunun emrinde çalışacak; halkın elindeki araçlar, ordu ihtiyaçları için her ay 100 km taşıma yapacaklardı. Bu fedakarlıklar neticesinde Sakarya Meydan Savaşı’nda 10 Eylül 1921 tarihinde başlayan Türk genel karşı taarruzunda Duatepe düşmandan ilk kez geri alınmış; Türk’ün makus talihi burada yenilmiştir.

Artık bu zaferden bir sene sonra 30 Ağustos 1922’de sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile Lozan’a, bağımsızlığa ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna uzanan yol açılmıştır. Büyük bir iman ve emekle kazanılan Türk Milli Mücadelesi, emperyalist güçler altında ezilen tüm mazlum milletlerin ümidi ve itici gücü olması hasebiyle de tarihteki eşsiz yerini kazanmıştır.

19 Mayıs 1919 tarihinde başlayan Milli Mücadele’yi böylece özetledikten sonra Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutladığımız bu günde Atatürk’ün Türk Gençliği hakkındaki düşüncelerinden kısaca bahsetmek istiyoruz. Atatürk döneminde olduğu gibi günümüzde de devletimizin, milletimizin geleceği gençlerimizin elindedir. Onlara sağlayacağımız refah yaşam şartları, vereceğimiz milli, laik eğitim ile kazandıracağımız milli ve evrensel değerler Türkiye Cumhuriyeti’nin güvencesidir, güvencesi olacaktır. Ancak Atatürk’ün çoğu zaman doğrudan hitap ettiği “Gençlik” ile kimleri hedef kitle olarak gördüğünü iyi tespit etmemiz gerekmektedir. Türk düşünce dünyasını çok iyi tanıyan ünlü felsefe profesörümüz Mübahat Türker Küyel, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nca görevlendirilerek 15 Kasım 1985 Cuma günü Ankara Fen Lisesinde verdiği konferansta bu konuya değinmiş ve bu konferans metni Erdem dergisinin Ocak 1986 (C.2, S.4) sayısında yayınlanmıştır.

M. Türker Küyel’e göre biyolojik ve insanı diğer canlılardan ayıran bir özellik olarak toplumsal bir varlık olan insanın gençliği de bu iki boyutta ele alınmalıdır. Gençlik, insanın akıllanmaya başladığı, onu diğer canlılardan ayıran kültür ve uygarlığını tanıdığı, ona sahip çıktığı ve yüce değerler edindiği bir dönemdir. Türker Küyel bu konuya şöyle değinmektedir:“Bu bakımdan genç demek, her zaman, ergen demek, yeni yetme veya delikanlı demek değildir. Genç demek toplumsallaşmış kişiler arasında, yaşı her ne olursa olsun, yüce değerlerin birer gölge varlık değil, gerçek varlık olduklarını kabul eden, onları benimseyen, onlar yolunda “mihnet’’ çekmeye, emek vermeye hazır olan demektir.” Ayrıca hikmet kitabımız olan Kutadgu Bilig’de “yaşı yiğit” olarak nitelenen aklın vasıflarından birinin “gençlik” olduğunu, onun daima “genç” kalan bir yeti olduğu da belirtilmiştir. Aklı bir yana bırakmak, yüce değerleri unutmak, insanlıktan çıkmak ölmek demektir. Nice 19 Mayıslar’a bu bilinçle erişmek ve hep “genç kalmak” dileklerimizle yazımızı kıymetli hocamızın konferansının son sözleriyle bitirelim:

“Atatürk, bu genç, ama, büyük adam, bu genç, ama, ulu kişi, bu Genç Ata “Beni unutmayınız” diyor. Onu unutmak ne mümkün? Onu unutmak kendini unutmaktır; onu kaybetmek kendini kaybetmektir, yok olmaktır. Onu unutmamak kendini bulmaktır, var olmaktır, ölümsüzlüktür, gençliktir.”

Başa dön